Lenin’in ölümünün yüzüncü yıl dönümü nedeniyle yapılan kimi tartışmalarda açıkça gözüken Stalinizmin günahlarının Lenin ile gerekçelendirilmesine karşı bir cevap olarak ilk defa 1962 yılında yayınlanan bu makaleyi Marksist Fikir Toplulukları olarak Türkçe’ye çevirdik. Tartışmalara katkı sunması dileğiyle..
– Editörün Notu
Bolşevik Parti tarihinin incelenmesi, geçmiş ve günümüzdeki işçi sınıfı hareketi problemlerine dair soruları olan bir militan için, özellikle de henüz çözülmemiş olan partilerin yeri ve rolü sorusuna cevap arayan biri için en önemli unsurlardan biridir. Bu kolay bir görev değildir. Gerçekleşmiş olanı kaderci bir yaklaşımla kabul etme, açıklama ile gerekçelendirmeyi karıştırma, gerçek hayatı formüllerle değiştirme ve tarihi mekanik bir şekilde neden ve sonuçlara ayırma eğilimi oldukça fazladır. Bu nedenle, bu çalışmayı üstlenmek için gerekli bir koşul vardır: En verimli hipotezi seçmek, yani hiçbir olasılığın kapatmayan bir hipotez; bu çalışmayı faydasız kılacak olan sonucu – Stalinist partinin Lenin dönemindeki küçük profesyonel devrimciler grubunun tamamen “örtük” bir hali olduğu fikrini – kabul etmeyi reddetmek; tarihin izlediği yol dışında başka bir yoldan gidemeyeceği ve sadece kazananları taçlandırdığı varsayımını reddetmek. Eğer birisi titizlikle öne sürülen olguları ve fikirleri sıralasa bile, o zaman bunları idealist ölçütlere ve nihai nedenlere olan inanca göre sınıflandırmak, ciddi Amerikan tarihçi Robert V. Daniels gibi, “gerçek” Lenin ile onun sözleri veya eylemlerinin “yanlış görünüşü” arasında dikkatlice ayrım yapmak zorunda kalacaktır. Bu makalenin çalışma için olası yönleri göstermek, aydınlatıcı bazı bakış açıları önermek ve nihayetinde, bizim görüşümüze göre günümüz işçi sınıfı hareketi için hâlâ geçerli olan sorunları ortaya koymak dışında bir amacı yoktur.
Bolşevik Partisi’nin özgünlüğünü, bazılarına göre büyüklüğünü oluşturan şey, iktidarı ele geçirmeyi hedefleyen işçi sınıfı partileri arasında, temel ilkelerinden hiçbirini terk etmeden bunu başaran tek parti olmasıdır. Bununla birlikte, yöntemlerini koşullara uyarlamayı reddetmemiştir. Bu gücün, oluşturmayı amaçladığı toplumdan çok farklı bir toplumu doğurmuş olması, genellikle bu temel gerçeği gölgeler. Burada, Bolşevik Partisi tarihçisinin göz ardı etmemesi gereken bir çelişkinin varlığını kabul etmek gereklidir. Ancak kabul etmeliyiz ki yorumcular ve tarihçiler ikinci olguya yönelmeye meyilli olmuşlar ve hedef ile sonuç arasındaki kopuşları incelemeyi, ilk hedefin başarısını incelemeye tercih etmişlerdir. Yine de temel bir araç eksiktir: İktidardaki partinin “yozlaşması” ile ilgili bir karşılaştırma mümkün değildir, oysaki iktidarı ele geçirmeye bile yaklaşmadan hedeflerinden vazgeçmiş işçi sınıfı partileri örnekleri çoğunluktadır.
İşçi Sınıfı Partisinin İnşasına Dair Bir Anlayış
Çoğu tarihçi, Lenin’in “Ne Yapmalı?” eserine, bir devrimde zafer kazanacak ilk işçi partisi anlayışını bulmak üzere -haklı olarak- atıfta bulunur. Ancak Iskra ve onun örgütlenmesindeki rolü ile Lenin’in Iskra ekibine müdahalesi de en az bunun kadar önemlidir. Bu, Lenin’in dönemin Rusya’sına uyarlanmış, Alman Sosyal Demokrasisinin Rus eşdeğeri olarak gördüğü bir işçi partisinin inşasına dair yeni bir anlayıştı. “Ne Yapmalı?” eserinin tek bir satırı bile bu yoruma aykırı değildir, ki bu yorum sonraki birçok metnin incelemesiyle doğrulanır. Örneğin, Lenin 1907 yılında eserlerinin yeni bir baskısına yazdığı önsözde, “Ne Yapmalı?” eleştirmenlerini, broşürü “partimizin gelişiminin belirli ve artık çoktan geçmiş bir dönemindeki somut tarihsel durumla bağlantısından kopuk” bir şekilde ele almakla suçlamıştır. Özellikle şu ifadeyi dile getirmiştir: “1900-05 yılları arasında Rusya’da hüküm süren tarihsel koşullarda, Iskra dışında hiçbir örgüt, bugün sahip olduğumuz Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’ni yaratamazdı…” “Ne Yapmalı?” 1901 ve 1902 yıllarındaki Iskra taktikleri ve Iskra örgüt politikalarının bir özetidir. Tam anlamıyla bir ‘özet’, ne eksik ne de fazla.”
Lenin’in uluslararası sosyal demokrasi sorunlarına karşı tutumunun incelenmesi de benzer bir yönelimi önerir, tabii ki eğer onu sözüne sadık biri olarak kabul edersek ve siyasette kendisine yabancı olan art niyetler atfetmezsek. 1914 savaşından önce Lenin, Bolşevik akımın tamamen Rus akımı olduğunu, bağımsız bir akım olmayı hedeflemediğini, yalnızca belirli Rus koşullarının gerektirdiği bir işçi sınıfı sosyal demokrat akımı olduğunu birkaç kez dile getirmiştir. “Ne zaman ve nerede,” diye yazmıştır “İki Taktik” eserinde, “uluslararası sosyal demokraside, Bebel ve Kautsky’nin eğiliminden farklı herhangi bir özel eğilim yarattığımı ne zaman ve nerede iddia ettim? Ne zaman ve nerede Bebel ve Kautksy’yle benim aramda bir farklılık ortaya çıktı?” Ancak Alman Sosyal Demokrasisinin teslimiyeti sonrasında, Bebel – Kautsky akımına dair değerlendirmesini gözden geçirmiş ve bu konuda Rosa Luxemburg’un kendisine karşı haklı olduğunu itiraf etmiştir. Hatırlanmalıdır ki, Reichstag’daki Sosyal Demokrat grubun yurtsever bildirgesini yayımlayan Vorwärts gazetesini gördüğünde, bunun Alman genelkurmayı tarafından hazırlanan sahte bir belge olduğunu düşünmüştü. Aynı anlayış, 1920’de de açıkça görülmektedir. Lenin, o dönemde veya herhangi bir zamanda kimsenin Bolşevizm ile özdeşleştiremeyeceği Rosa Luxemburg hakkında, onun “devrimci proletaryanın ve bozulmamış Marksizmin sıradışı bir temsilcisi” olduğunu vurgulamıştır.
İşçi Partisine Dair Bir Anlayış
Nisan 1917’de Lenin, Bolşevik Kongresinde, Parti’nin resmi adından “Sosyal Demokrat” kelimelerinin atılmasına yönelik verdiği önergesine oy veren tek delegeydi. Şüphesiz ki bu onun kendi örgütünde bile izole kalmaktan çekinmediğini kanıtlamaya yeterlidir ve eğer bu önergeyi daha önce yapmamış olduysa bile sebebi buna gerek görmemiş olmasıdır. Aslında “Bolşevik Parti” adıyla kastedilen üç farklı örgüt vardır:
- 1903-1911 yılları arasında çeşitli fraksiyonların liderliği için mücadele ettiği Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi;
- Aynı partide bulunan Bolşevik fraksiyon;
- 1912 yılında kurulan ve Troçki de dahil olmak üzere Petrograd Mezhraiontsy grubundan da destekler alan Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (Bolşevik), ki Ekim 1917 tarihinde zafere ulaşan Bolşevik Partisi olacaktır.
Lenin’i 1903’teki ayrımın sorumlusu olarak gösterilebilse de – çünkü rakiplerinin kendisini “çoğunluk” (Bolşevik) fraksiyonuna yerleştiren koşullara meydan okuduğu bir örgütte kendi çizgisini uygulama kararlığı sergilemişti- bunda kasıtlı bir niyet olduğunu düşünmek imkansızdır. Aslında, bu ayrılığı beklemediği ve tehlikeyi öngörmediği görülmektedir. Bu durumun kendisi üzerinde acı verici bir etkisi oldu ve bu şok ve hayal kırıklığı sinirsel bir çöküş ve ondan beklenmeyecek bir moralsizlik doğurdu. O ve fraksiyonu, 1905 Londra Kongresini sadece Bolşevik temeller üzerine organize etmiş ve fraksiyonunu parti adını kullanarak güçlendirmeyi denemiş olmasına rağmen yine de Merkez Komiteyi Menşeviklerle yeniden birleşmek için çalışmayı taahhüt eden ve o dönemde gizli tutulan bir kararın ortak yazarıydı. Ayrıca, birçok tarihçinin yaptığı gibi Lenin’in 1906’daki yeniden birleşmeyi “kendisine dayatılmış” olarak gördüğünü söyleme hakkımız da yoktur. Liderlik organlarının siyasi platformlar temelinde seçilmesini talep etmesi, ciddi ve kalıcı bir birleşik örgüt inşa etme kaygısını en azından göstermektedir; bu örgütte fraksiyonunun destek kazanma şansı olacaktı. Daha ileri gidilecek olursa: Bu dönemde Lenin, Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin devrimciler ile oportünistlerin yan yana var olacağı bir parti olduğunu düşünüyordu. 7 Aralık 1906’da şöyle diyordu: “Sosyal devrime kadar, Sosyal Demokrasi’nin mutlaka her zaman bir oportünist kanadı ve bir devrimci kanadı olacaktır.” Bağlam, “oportünist” kanadın ortadan kalkmasını, bir zafer kazanan devrimin kanıtıyla, ikna yoluyla öngördüğünü, ayrılma ya da ihraç yoluyla değil, göstermektedir. Stockholm Kongresi’ndeki yirmi altı Bolşevik delegenin, bir ayrılığa tamamen karşı olduklarını ve tüm partiye fikirlerini kabul ettirmek için çabalarını sürdürme kararlılıklarını ifade eden açıklamasını da bir taktik olarak değerlendirme hakkımız yoktur. Bolşeviklerin bir fraksiyon olarak örgütlenmeleri ve büyük olasılıkla yeniden birleşmeden itibaren Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde gizli bir Bolşevik Merkez oluşturmuş olmaları, bu açıklama ile çelişmez. Bolşeviklerin gözünde – ve tarihçinin gözünde de kabul etmek gerekir ki – bu tür bir örgütlenme, militanların çoğunluğunu kazanmanın en etkili yoluydu. Lenin, 1912’den önce de aynı çizgiyi sürdürdü, Plekhanov ile barıştı ve “parti yanlısı Menşevikler” ile “tasfiyecilere” karşı Sosyal Demokrat Parti içinde bir “blok” oluşturdu. Buradaki mesele, Bolşeviklerin gerekli gördüğü ve tasfiyecilerin ortadan kaldırmak istediği gizli bir aygıtın korunmasıydı. İşte bu temelde, bir “devrimci” kanat ve bir Menşevik “oportünist” kanat ile Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (Bolşevik) kuruldu.
Gizli Aygıt ve Bürokratlar
Hagiografi1 ve sistematik olarak düşmanca yorumlamalara rağmen, Bolşevik düşünce tarihi nispeten basit bir şekilde yeniden inşa edilebilir. Aynı şey, göçmen gruplarının yaşamı ve çatışmaları için de geçerlidir. Temel araç olan Rus Partisi, onun aygıtı ve işleyişi ile uğraştığımızda iş zorlaşır. Stalinist egemenliğin on yıllarından sonra bunun ne ölçüde mümkün olacağı konusunda bile spekülasyon yapabiliriz; devrimden sonraki yıllarda yayımlanan Bolşeviklerin anıları ve bu konuyla ilgili Okhrana2 arşivlerinin bir kısmı, yalnızca bir taslak çizmeye yetecek kadar sınırlı bir kaynaktır. Yine de bu dönemin olayları, kaderci bir tablo çizenlerin esas olarak dayandığı temeli oluşturur. Iskra elçileri – başlangıçta on kişi, 1903’te en fazla otuz kişi ve sonraki dönemde Bolşevikler için belki yüz kişi civarında – gizli bir “aygıt” oluşturuyordu. Bu aygıtın faaliyet alanını işçi sınıfı hareketi oluşturuyor, militanlar seçiliyor, bu kişiler kendi işçi çevrelerinden çıkarılarak “profesyonel devrimciler” haline getiriliyordu. Peki, 1917 öncesi Bolşevik profesyonel devrimci, devrim sonrası Bolşevik liderin ya da bürokratın doğrudan atası değil miydi? Komitetchiki (“Komiteciler”) bir “aparatçik” yetiştirme alanı değil miydi? Ciddi araştırmacılar, örneğin Merle Fainsod, böyle düşünmektedir: 1930’dan önceki bölgesel sekreterlerin %60’ı “eski Bolşevikler” değil miydi? Stalin, bu “profesyonel devrimcilerden” bürokratlara dönüşenlerin prototipi değil miydi? Görünüşe rağmen, gizli partinin yapısı ile iktidardaki partinin yapısı arasında doğrudan bir bağlantı yoktur; ancak hiç bağlantı olmadığı da söylenemez. Lenin, 1905 Londra Kongresi’nde, “profesyonel devrimciler” olmayan ve olamayacak, ancak devrimci işçi sınıfı militanları olan işçilerin partiye alınması için mücadele başlattı; bu, komitecilerle olan bir çatışmanın kanıtıdır. Krupskaya, anılarında Lenin ile gizlilik içindeki devrimcilerin sözcüsü Rykov arasındaki bu mücadeleyi şöyle anlatmıştır: “Komiteci genellikle kendinden oldukça emin bir kişiydi … Parti içi demokrasiyi genellikle hiç tanımazdı … Aynı zamanda yeniliklerden hoşlanmazdı.” Onun ifadesine göre, Lenin, “komitelere üye olmaya uygun işçilerin bulunmadığını” söyleyenleri dinlemek zorunda kaldığında kendini zor tutuyordu. Lenin, komitelerin çoğunluğunun işçilerden oluşmasının zorunlu olmasını önerdi; ancak aygıt, kendi çıkarlarını savunarak buna karşı çıktı ve Lenin’in önerisi kongrede reddedildi.
Buna rağmen, bu aygıt galip gelmedi: 1905’ten 1907’deki Stolypin gericiliğine3 kadar Parti’nin uygulamaları değişti ve kapılar açıldı. Artık liderler taban tarafından seçiliyor, bürokratik ruh geri çekiliyor, yeni kişiler (konuşmacılar, ajitatörler ve komiteci olmayan eylem adamları) kendilerini göstermeye başlıyordu. Ancak, mezhepçi ruh, Bolşevikleri ilk sovyetlerden uzak tutmaya devam edecekti; birçok kişi rakip bir organizasyondan korkuyordu. Lenin ve Bolşeviklerden yıllar önce, yalnız Troçki, sovyetlerin ne olduğunu – Komün devleti, iktidarın ele geçirilmesi için sınıfın örgütü – algılayabilmişti. Genç Buharin de Lenin’in Devlet ve Devrim eserinde yaptığı analizi birçok noktada öngörmüştü.
Bolşevik Partisi ve Devrim
Ekim 1917’de iktidarı ele geçiren parti, 1912’de kurulan partinin ve 1903’ten beri var olan fraksiyonun devamıydı. Ancak aynı zamanda oldukça farklıydı. Birkaç ay içinde genç işçiler, köylüler ve askerler arasında geniş çaplı bir üye alımı yapmıştı. Ocak 1917’de gizli örgüt en fazla 25.000 üyeye sahipti ve bu üyelerin Bolşeviklerle olan bağları ve tanımlamaları belirsizdi. Nisan Konferansı sırasında bu sayı 80.000’e, Ağustos’taki Altıncı Kongre’ye kadar ise 200.000’e ulaştı: Eski Bolşevikler ve hatta komiteciler, üyelerin yalnızca onda birinden biraz fazlasını oluşturan bir azınlıktı. Yeni üyelerin tamamı bireysel olarak katılmamıştı; bunlar arasında savaş öncesi fraksiyonlara ve tartışmalara göre kendilerini tanımlamayan işçi grupları da vardı. Petrograd’daki Mezhraiontsy, 4.000’den biraz fazla üyesi olmasına rağmen, üyelerinden üçü -Troçki de dahil olmak üzere- Merkez Komitesine seçildi. Bolşevikler, örgütlerine katılan diğer eğilimlere de kapılarını açtılar. Kendilerinin de monolitik bir blok oluşturmadığı doğruydu: Merkez Komite’deki on beş tam üyenin, yani Bolşevik örgütünden doğrudan gelen üyelerin en az yedisi, Lenin’le bir ya da birden fazla konuda açık bir şekilde anlaşmazlık içindeydi. Bu noktada Robert V. Daniels, “yeni liderliğin, disiplinli evetçilerden oluşan bir topluluk olmaktan çok uzak olduğunu” kabul eder. Ayrıca, Bolşevik Partisi tüm Rusya’ya eşit şekilde yayılmış bir ağ oluşturmuyordu. Nisan ayında yalnızca Petrograd’daki örgüt 15.000 üyeye sahipti, bu da partinin tamamının %18’ine denk geliyordu; Ağustos’ta ise bu sayı 40.000’e, yani %22’ye çıktı. Petrograd ve Moskova, toplam üyeliğin yarısını oluşturuyordu; geri kalanı ise diğer işçi merkezlerindeki birkaç kalede, Donetz Havzası, Baltık Filosu ve Kronstadt’ta toplanmıştı. İşçi sınıfının toplumun azınlığı olduğu diğer yerlerde Bolşevikler sadece bir azınlık, bazen çok küçük bir azınlık oluşturuyorlardı. Sanayi merkezlerindeki partinin kitlesel karakteri ve bilinçli işçilerin ezici çoğunluğunun partiye duyduğu güven, iktidarın ele geçirilmesinden hemen önce ve hemen sonraki aylarda parti içinde son derece demokratik bir atmosferin hâkim olmasını açıklamaktadır. Bolşevik Partisi – kendi karikatürüyle çelişse bile kabul edilmelidir – disiplinsizliği biliyor ve kabul ediyordu. Zinovyev ve Kamenev, ayaklanmaya yönelik kararı açıkladılar ve reddettiler: Merkez Komite onlara bunu bir daha yapmamalarını emretti. Ancak tekrar yaptılar ve bir süre Kamenev, tamamen Bolşevik bir hükümet kurulması kararına karşı daha geniş bir muhalefetin başını çekti. Halk Komiserleri ve Merkez Komite üyeleri, Sovyetler Kongresi’nde çoğunluk kararlarına ve Parti’nin pozisyonlarına karşı oy kullandılar. Ancak bundan sonra Merkez Komite, Kamenev’in yerine Sverdlov’u Sovyetler Yürütme Komitesi başkanı olarak atama inisiyatifini aldı. Lenin’in en sert eleştirileri “kaçaklara”, yani istifa edenlere yönelik olacaktı. Önemli olan, ihraç etmek değil, disiplinsiz yoldaşları Parti’ye geri kazandırmaktı. Aynı durum, 1918’de barış ve Brest-Litovsk müzakereleri üzerine yapılan tartışmalar sırasında tekrarlandı. Moskova bölgesel bürosu ve gazetesi hükümetin pozisyonuna açıkça karşı çıktı ve Buharin ile “Sol Komünistler” grubu, Parti liderliğine ve sovyetlere yönelik sert eleştiriler içeren günlük bir gazete yayımladı. Merkez Komite, Parti içinde onlara tam bir ifade özgürlüğü garanti etti; partinin dışında bu girişimlerinden vazgeçmelerini bekledi ve herhangi bir yaptırım uygulamadı, onları ikna etmeye çalıştı. Aslında bu devrimci dönemde Bolşevik politikası, işçilerin, askerlerin ve köylülerin kitle toplantıları, mitingler, sendika ve sovyet toplantılarında her gün eleştiriye ve onaya sunuluyordu. Petrograd işçileri, Krasnov’a karşı kendilerini savunmaları gerektiğini vaaz eden Troçki’yi sözünü keserek kaba bir şekilde azarladı ve vaaz vermek yerine cepheye gitmesini söylediler. Troçki alınmadan bu uyarıyı dikkate aldı ve bu olaydan bizzat kendisi bahsetti. Çağdaşlarının tanıklıkları, Bolşevik Partisi’nin neden ve nasıl gerçek bir demokrasinin hâkim olduğu bir parti olduğunu herhangi bir analizden daha iyi göstermektedir. Örneğin John Reed, zırhlı bir araba alayındaki bir kitlesel toplantıyı unutulmaz bir şekilde anlatmıştır; burada Krylenko tarafından savunulan Bolşevik bakış açısı, uzun bir tartışmanın ardından başarıya ulaşmıştır. Sonunda tüm askerler bir pozisyon almış ve büyük çoğunluk Bolşevik konuşmacının savunduğu pozisyonu desteklemiştir. Menşevik Sukhanov da buna benzer birçok olayı anlatmış ve şu sonuca varmıştır: “Kitleler, Bolşevik Partisi’ne hayat ve enerji verdi; tamamen Lenin ve Troçki’nin partisinin ellerindeydiler.” Tersini söylemek de yanlış olmaz. Zinovyev ve Kamenev, Merkez Komite’nin kararlarına karşı Parti’ye başvurdu, ancak ülke genelindeki işçilerin örgütlerinden ve toplantılarından gelen protestolar, bu muhalefeti süpürüp attı.

Aygıtın Doğuşu
1917’deki tartışmalar ile Stalinist uygulamaların ve aygıtın hâkimiyetinin kendini göstermeye başladığı 1923’teki tartışmalar arasında çarpıcı bir zıtlık vardır. Bolşevizme sempati duyan tarihçilerin çoğu, bu karakter değişimini iç savaşın dayattığı zorunluluklara ve etkili fakat demokratik olmayan otoriter yöntemlerin benimsenmesine bağlamaktadır. Bu bakış açısı şüphesiz doğrudur, ancak iç savaşın yöntemleri ile Parti rejimi arasındaki ilişki ne kadar doğrudandı? Bu çok daha tartışmalıdır. İç savaşın ilk yılında Parti adeta sovyetler içinde dağılmış gibiydi. Kendi aygıtı yoktu ve hatta neredeyse kendi mali kaynakları bile bulunmamaktaydı. Parti sekreteri Sverdlov, aynı zamanda Sovyetler Yürütme Komitesi’nin başkanıydı ve genel siyasi direktifleri iletmek için bu kanalı tercih ediyordu. Komünistler, Merkezi Komite tarafından belirlenen politikaya göre sovyetleri yönlendiriyordu, ancak emir ve direktifleri iletmek için aracı bir aygıt yoktu, hatta yerel düzeylerde bile tam zamanlı bir yetkili bulunmuyordu. Sverdlov’un etrafında sadece on beş kadar yoldaş vardı. Preobrajenski gibi Bolşevikler, Parti’nin bir aygıt olarak ortadan kaldırılmasını bile önerdiğinde kimse bundan öfke duymuyordu. Onların gözünde Parti, Komünistler sovyetlere ruh verdikleri ve onları yönlendirdikleri sürece gereksizdi. Başkaları ise, sahada zaten var olan birliği yukarıda da sağlamak için Parti ile sovyetlerin liderliklerinin birleştirilmesini önerdi.
Farklı bir tutum galip geldi: Kasabaların, fabrikaların ve bölgelerin kendi militanlarını ellerinde tutmak istemeleri gibi yerel kaygıların ötesine geçmek gerekiyordu. Parti’nin güçleri ülke genelinde paylaşılmalı, militanların en acil tehlikelerle yüzleşmek için “mobilizasyonu” organize edilmeliydi. Bu koşulları göz önünde bulundurarak, Sekizinci Kongre, sovyetlerin Parti’den ve Parti’nin de sovyetlerden bağımsızlığını korumayı denedi. Yeni Merkezi Komite sekreteri olan Krestinski -Sverdlov tifüsten öldü-, beş “teknik asistan” ile bürolar ve Parti’nin merkezi yönetimini oluşturdu: 1919’da tam zamanlı personel sayısı 80 idi. Bu sayı 1920’de 150’ye, Mart 1921’de ise 600’e çıktı. Ancak 1922’ye gelindiğinde sekreterlik, tüm üyeleri karta endeksleyebilmiş ve bu, planlanan “mobilizasyon” için temel bir unsur haline gelmişti. Aygıt da aynı zamanda doğmuştu: O dönemde Parti’de toplam 15.325 tam zamanlı çalışan vardı; bunların 5.000’i yerel ve fabrika düzeyinde, bir o kadarı da ara kademe düzeyindeydi. Hepsi “Komünist maksimumu” adı verilen ve onları vasıflı işçilerle aynı seviyeye getiren maaş sistemine tabiydi. Ancak o dönemde bile, giderek daha fazla şikâyet edilen “sekreterler hiyerarşisi”, konferansların ve kongrelerin yerini almaya başlamıştı. Bu henüz maddi ayrıcalıklara dayanmıyordu: Örneğin, Petrograd’da Zinovyev’in kayınbiraderi olan bir Parti yöneticisi, bu dönemde açlıktan çocuğunu kaybetmişti. Ancak [sekreterler] Parti üyelerinin görevlendirilmesi üzerindeki yetkileriyle bir güç merkezi haline gelmişti. Bazı yeni kurulan organlar, olağanüstü yetkiler topladı: Bölgesel bürolar, Parti tarihindeki ilk gerçek aparatçikler olan Kaganoviç, Kuybişev, Rudzutak ve Mikoyan’ın öne çıkmaya başladığı yerlerdi. Bunlar organizasyon bürosunun (orgbüro), özellikle de 1922’den itibaren Lazar Kaganoviç’in yönettiği Merkez Komite sekreterliğinin örgütlenme ve eğitim bölümünün denetimi altındaydı.
“Sorumlu eğitmenler” ve yerel örgütlerin kararları üzerinde veto hakkına sahip “Merkezi Komite temsilcileri” kullanılarak, az sayıda kişinin gücü genişletildi. Atama bürosu, üyelerin “geniş mobilizasyonundan” liderlerin tavsiye edilmesine, ardından doğrudan atanmasına doğru yavaşça evrildi; üstelik bu sadece Parti içinde değil, Parti dışında da geçerli hale geldi. Lenin’in bürokrasiyi denetlemek için tasarladığı İşçi ve Köylü Denetim Halk Komiserliği, Stalin’in elinde bürokrasinin Parti’yi denetleme aracı haline geldi. İşçi Muhalefeti’nin talebi üzerine kurulan Merkezi Denetim Komisyonu da paralel bir aygıta dönüştü. 1922’de bu büroların gücü o, Merkezi Komite’nin genel sekreteri olan Stalin’in şahsında vücut buldu; Yanında, 1921’den beri sekreter olan Molotov, örgütlenme ve eğitim bölümünün başında Kaganoviç, Merkezi Denetim Komisyonu’nun başında Kuybişev ve sadık, yetenekli bölgesel yöneticiler vardı: Orjonikidze, Mikoyan, Rudzutak, Jdanov… Stalinist “ekip” oluşmuştu. 1923 itibarıyla, delegelerin konferanslara ve kongrelere seçilmesini “ayarlayabiliyor” ve dolaylı seçimlerle muhalefeti saf dışı bırakabiliyordu. Bu ekip, başlangıçta sessiz ve sadık bir şekilde Zinovyev ve Kamenev’in, Troçki’ye karşı müttefiki oldu.
Öncü ve İşçi Sınıfı
Bu darboğazı nasıl açıklayabiliriz? “Parti rejimi” tek başına yeterli bir açıklama olmayacaktır, çünkü bu rejim değişmiştir. Aynı insanların 1917-18’de en ileri düzeyde işçi demokrasisini uygularken, büyük çoğunlukla büroların ortaya çıkan otoritesine boyun eğebilmelerini açıklamak için Parti’nin çerçevesinin çok ötesine geçen, daha geniş tarihsel açıklamalara başvurmak gerekir.
Öncelikle, artık bir işçi sınıfı öncüsü yoktu; Petrograd ve Moskova’nın büyük şehirlerinde, Kronstadt’ta ve Donetz Havzası’nda işçi sınıfı güçlerinin genel karargâhını oluşturan Bolşevikler artık dağılmıştı. Kronstadt denizcileri, en çeşitli sorumluluk pozisyonlarına dağılmıştı: Dybenko Kızıl Ordu’nun başındaydı, Roşal daha sonra öleceği yer olan Romanya’da, Raskolnikov Doğu’da, Markin Volga’da bir filoya liderlik ediyordu, Pankratov Transkafkasya’da bir Çeka başındaydı. Petrograd ve Moskova işçileri, sovyet iktidarının ilk silahlı gücü olan ilk kızıl muhafız birliklerini oluşturmuştu. Troçki’nin Kızıl Ordu’daki kariyer subaylarını denetlemeleri için talep ettiği komiserlerin çoğunluğunu yine onlar sağladı; ayrıca taşradaki sovyetlerin veya Beyazlardan geri alınan bölgelerdeki yönetim kadrolarını da onlar oluşturdu. Eski bir Putilov mühendislik işçisi olan Valek, Omsk sovyetini yönetiyordu. Bir diğeri, Bodrov, Budyonni’nin süvarilerinde siyasi kadroya önderlik ediyordu. Bu eski öncü işçiler, Çekalar yönetiyor, alay, tabur ve tümen komiseri olarak görev yapıyordu. Ülkenin dört bir yanındaki işçilere ve köylülere liderlik edenler onlardı, bu da büyük şehirlerdeki işçileri en aktif ve bilinçli unsurlarından yoksun bıraktı.
Öncüsünü kaybeden işçi sınıfı, hükümet ve yönetim işlevlerine geçmiş, iç savaşın kayıplarıyla ağır darbe almış ve 1917-18’deki kitleselliğini yitirmişti. 1917’de üç milyon sanayi işçisi varken, 1920’de bu sayı bir buçuk milyona, 1921’de ise 1.250.000’e düşmüştü. Dahası, ekonominin o denli dağınık bir halde olması nedeniyle, gerçek bir “istihdamdan” söz etmek bile zordu; fabrikalardaki “normal” devamsızlık oranı %50 civarındaydı ve maaş ile işsizlik ödeneği arasındaki fark çoğu zaman tamamen teorikti. Sendikalar, bazı fabrikalarda üretilen malların yarısının üreticiler tarafından zimmete geçirildiğini ve yeniden satıldığını tahmin ediyordu. 1921’de kıtlık çok gerçek bir tehdit haline gelmişti ve – büyük bir ironidir ki – yamyamlık vakalarına dair raporlar bile geliyordu. Fabrikalarda kalan en iyi işçilerin tüm enerjisi hayatta kalmaya adanmıştı, bu da büyük bir moral çöküşüne neden oluyordu. Lenin, Marxist anlamda bir “işçi sınıfı”ndan bahsetmenin artık imkânsız olduğunu söylemişti. Buharin ise “proletaryanın çözülmesinden” bahsediyordu. İşte bu durum, 1921 krizini doğurdu ve Kronstadt bu krizin en dramatik kısmıydı. 1956’da Polonya ve Macaristan’daki olayları göz önüne alan bir tarihçi, Kronstadt isyancılarının savunucularını ve Mahno’yu destekleyenleri dikkatle dinlerken, dönemin ekonomik ve toplumsal koşullarının bütününü ve ardından gelen siyasi koşulları kavramaya çalışmalıdır. Bu koşullar Bolşeviklere, başlangıçtaki itirazlarına tamamen aykırı olarak, önce Parti’nin siyasi tekelini kabul ettirmiş, ardından da iç demokrasinin boğulmasına yol açmıştır. Bütün bu açmazı Radek’in Kronstadt ayaklanmasının hemen öncesinde Askeri Akademi’de yaptığı konuşma özetlemiyor mu?: “Parti, işçi sınıfının bilinçli öncüsüdür. Öyle bir an geldi ki, geniş işçi kitleleri yorulmuş ve mücadele ile fedakârlık yolunda ilerlemeye devam eden bir öncüyü takip etmeye isteksiz ve bitkin hale gelmiştir. Fiziksel güçlerini ve sabırlarını tüketmiş olan, kendi genel çıkarlarını bizden daha az kavrayan bu işçilere boyun mu eğmeliyiz? Bazen onların ruh hali açıkça gerici bir hal almaktadır. Parti, teslim olamayacağını, yorulmuş işçilerin geri adım atmaya eğilimli olduğu bir anda, kendi iradesini kabul ettirmesi gerektiğini düşünmektedir.”
Radek’e ait bu konuşmada, iktidardaki Bolşevik Partisi’ni parçalayan çelişkiler bütünüyle mevcuttur. Geçmişte olduğu gibi gelecekte de; işçilerin bilinçli “öncü” partisi ile kendilerini “daha aydınlanmış” gördükleri için işçi kitlelerinin yerine geçen bürokratların Stalinist partisi. Burada, Troçki’nin Lenin ve Bolşeviklerin Jakobenciliğine karşı yürüttüğü polemiği ve onun ünlü “proletarya diktatörlüğü”nün aslında “proletarya üzerinde diktatörlük” olarak anlaşıldığı yönündeki öngörüsünü hatırlamak oldukça kolaydır. Nitekim birçok yorumcu da bu fırsatı kaçırmamıştır. Ancak, bu bakış açısı, neredeyse bir çarpıtmaya varan bir basitleştirmedir: “Bolşevizm” bir örgütlenme biçimi olarak, 1923’ten itibaren kesinlikle parti diktatörlüğüne, yani proletarya üzerinde bürokrasinin diktatörlüğüne dönüşmüştür. Peki, 1917 ve 1918’de de aynı şey geçerli olabilir mi? Maddi ve kültürel geri kalmışlık, köylü kitlelerinin cehaleti ve pasifliği, proletaryanın çözülmesi, Rus Devrimi’nin tecrit edilmesi gibi unsurlar sadece ikincil faktörler olarak mı görülecektir? Bolşeviklerin, koşullar gereği, sovyet iktidarının tek savunucusu olmak zorunda kaldıkları ve diğer işçi sınıfı eğilimlerini, Menşevikleri ve anarşistleri, kaçınılmaz olarak bastırmak zorunda oldukları mı öne sürülecektir? Bolşevik Partisi’nin iktidardaki yozlaşmasına ilişkin tarihçilerin yargılarında, Parti’nin insanlık tarihinin diğer temel faktörlerinden tamamen bağımsız bir tarihsel unsur olarak ele alınması yönünde sistematik bir önyargı vardır. Stalinist karşı-devrimin, Lenin’in “Devlet ve Devrim”inde ima edildiğini, Moskova Duruşmalarının Parti içindeki fraksiyon yasağını ima ettiğini söylemek; genç Sovyet Cumhuriyeti’ne karşı yapılan yabancı müdahaleleri ve Alman Sosyal Demokrasisi’nin askeri yönetim ile ittifakını görmezden gelmek demektir (dünya savaşından başlı başına sorumlu kapitalist sistemden bahsetmeye gerek bile yok). Bu, tarihe bilinçli iradenin—en basit örgütlenme biçimiyle bile—müdahalesini inkâr etmek, mücadeleyi ve hatta kısmi zaferleri mahkûm etmek anlamına gelir. Militan bir devrimcinin gözünde, Rosa Luxemburg’un tavrı çok daha tercih edilir bir yaklaşımdır. O, Bolşevik politikalarına dair oldukça eleştirel bir broşürün sonunda bile şöyle yazmıştır:
“Bugün, dünyada nihai ve belirleyici mücadelelerin eşiğinde bulunduğumuz bu zamanda sosyalizmin en temel ve yakıcı sorunu, çağımızın en büyük meselesidir. Mesele, şu veya bu taktiksel ayrıntı değil, proletaryanın eylem kapasitesi, harekete geçme gücü ve sosyalizmin güce gelme iradesidir. Bu konuda, Lenin ve Troçki ile arkadaşları ilklerdir, dünya işçi sınıfının öncüsü olarak hareket etmişlerdir, şu ana kadar Hutten’in: ‘Ben cesaret ettim!’ sözünü haykırabilen yalnızca onlar olmuştur”
“Bolşevik politikalarının özü ve dayandığı yanı budur. Bu anlamda, uluslararası proletaryanın siyasi iktidarı ele geçirmesi ve sosyalizmin pratiğe dökülmesi sorununu gündeme getirmesi, Bolşeviklerin ölümsüz tarihsel hizmetidir, kapital ile emek arasındaki hesaplaşmayı dünya çapında ileriye taşımışlardır. Rusya’da, bu mesele ancak ortaya konulabilirdi. Rusya’da çözülemezdi. Ve bu anlamda, gelecek her yerde ‘Bolşevizm’e aittir.”
Bolşevik Partisi’nin tarihsel incelemesini yaparken, meseleye işte bu açıdan yaklaşmalıyız. Eğer yazarların soyut tartışmalara olan aşırı ilgisine ve dünyayı değiştirmenin imkânsız olduğunu kanıtlamaya yönelik çabalarına ya da onu dönüştürmek için zorunlu olarak sınırlı tarihsel araçları araştırmaya dayanırsak kullanılacak yöntemler aynı olmayacaktır. Gerçek tarihin, sınıfların ve kitlelerin özgün somutluklarına sadık kalan, canlı çelişkilerin sağlamlığını bizlere geri kazandıran ve kuru mantıksal şemaların kısırlığından kaçınan bakış açısı olduğunu görmek rahatlatıcıdır.