Upton Sinclair’in Sanayi Kralı Romanı Üzerinden Taylorizm ve Hegemonya Tartışması – M. Sabri Özcan

Yirminci yüzyılın başlarında sanayi kapitalizminin içine doğan milyonlarca işçi ailesinden biri Shutt ailesiydi. Babası da kendisi gibi işçi olan Abner Shutt Ford Motor Şirketi’nde çalışmaktan gurur duyardı. Öyle ki hiçbir zaman işe geç kalmaz, işten kaytarmaz ve hatta verilen işi herkesten daha kısa sürede yapardı. Biliyordu ki ülkesi bir fırsatlar ülkesiydi, çok çalışanlar daima o altın fırsatla karşılaşırdı. Diğer yandan yalnızca birini andığımız milyonlarca işçi ailesinin patronları sayıca bir elin parmaklarını geçmezdi, bunların en ünlüsü Henry Ford ise dönemin en gözdesiydi. Önce “atsız yürüyen araba” yaparak tarihte yepyeni bir sayfa açmış, ardından da “yürüyen montaj hattı” uygulamasıyla üretimin örgütlenmesinde çığır açmıştı. Henry Ford ve fabrikaları Abner gibi binlerce işçinin hayatını şekillendiriyordu.

Upton Sinclair (1878-1968) “Sanayi Kralı” (1937) isimli romanında, bir yandan Henry Ford’un küçük bir atölyede atsız yürüyen araba yapmaya çalışan bir mucitken nasıl da büyük, acımasız, vahşi bir kapitaliste dönüştüğünü anlatıyor; diğer yandan ise Shutt ailesi üzerinden işçi sınıfının Ford’un fabrikalarında sömürüyü ve yabancılaşmayı nasıl deneyimlediğini gözler önüne seriyor. Bunun yanında Sinclair romanın çeşitli yerlerinde egemen sınıfın hangi araçları kullanarak düzeni sürdürdüğünü de bize gösteriyor.

Bu yazıda romandan alıntılar yaparak Taylorizm ve hegemonya kavramlarını inceleyeceğim.

Shutt Ailesi, Henry Ford ve Taylorizm

Abner’ın yolu henüz küçük bir çocukken Henry Ford ile kesişir. Ford’un küçük üretim atölyesinde atsız yürüyen araba yapmaya çalışması mahallelinin ilgisini çeker. Bir talihin sonucunda küçük Abner’in Ford’a yardım etmesi Abner için dönüm noktası olur. Öyle ki aradan yıllar geçip de Ford ilk üretim merkezini kurduğunda, Shutt yıllar önce yaptığı yardımı da hatırlatarak Ford fabrikalarında yerini alır. Peki ama nedir bu Ford fabrikalarını özel kılan?

20. yüzyılın başlarında kapitalizm emperyalist aşamaya ulaşmış, dev tekelci sermayeler dünyanın pek çok yerinde egemen hale gelmişti. Önceki döneme göre çok daha büyük ölçekte üretimin yapıldığı bu yıllarda Frederick Taylor (1856-1915) “bilimsel iş yönetimi” veya kısaca Taylorizm diye anılacak olan ilkelerini oluşturmuştu. Taylor’un gençliğinden itibaren sırasıyla işçilik, ustabaşılık ve yöneticilik basamaklarını deneyimlemiş olması işin sonunda yönetici olduğunda işçi sınıfına ve onun davranışlarına dair ilk elden bilgi sahibi olmasını sağlamıştı. Bu bilgisini de yönetimin amaçları için kullanarak sermayenin emeği ve emek sürecini kontrol altına almasında büyük pay sahibi oldu. Kitap boyunca Abner Shutt ve ailesi Ford’un fabrikalarında Taylor’un ortaya koyduğu ilkeler ışığında çalışır. Dolayısıyla önce Taylorizmin ne olduğunu ve emek sürecini nasıl şekillendirdiğini kitaptan örneklerle anlamaya çalışalım.

Taylorizm temel olarak sermayenin bir iş yönetimi tarzı ve emek süreci biçimidir. Temel ilkeleri, işçinin kendi emeği üzerindeki kontrolünü kapitaliste ve onun fabrikadaki temsilcisi yöneticilere geçirmeyi amaçlar. Başlıca amacı işçilerin makinelerin birer parçası olarak tekdüze, sabit, hatasız ve hızlı bir şekilde çalışmalarını sağlamaktır. Temel ilkelerini şu şekilde özetleyebiliriz: 1) Üretimin bilgisinin ve sorumluluğunun işçiden alınarak yönetime aktarılması, 2) Yapılan işin en hızlı ve etkili şekilde nasıl yapılacağının bilimsel yöntemler aracılığıyla tespit edilmesi, yani işe dair tüm planlamanın ve tasarımın yönetim tarafından yapılması, 3) İşçilerin dikkatli olarak seçilip, eğitilmesi ve çalışırken sürekli olarak gözlem altında tutulması¹.

Bu ilkelerin etkili bir şekilde uygulanmasını sağlayacak olan da “zaman ve hareket etütleri” adı verilen yöntemdir. Bu yöntem şuna dayanır: yönetim yapılacak işi en küçük parçalarına ayırarak inceler, detaylı olarak analiz edip ölçerek işin en hızlı ve etkili olarak nasıl yapılacağını tespit eder. Bunu fabrikada yapılan her üretim faaliyeti üzerinde uygulayarak da bütün işlerin standartlaşmasını ve rutin hale gelmesini sağlar².

Görülüyor ki, Taylor üretimin bilgilerini işçiden koparır, hangi işin ne kadar sürede ve nasıl yapılacağına artık işçi değil yönetim karar vermeye başlar. Ardından tüm işin parçalarına ayrılmasıyla birlikte işler vasıf gerektirmemeye başlar, tek işi gün boyu vida sıkmak olan işçiler fabrikalarda yerlerini alırlar. Dahası işçilerin işin tasarımından ve planlanmasından koparak yalnızca uygulama rolünü üstlenmeleriyle de işçiler işin temelini oluşturan teknik ve bilimle olan bağlarını yitirirler. Bir işçinin artık fabrikada herhangi bir şey geliştirmesi mümkün değildir³.

Kısacası, işçi sınıfının kendi emeği üzerindeki kontrolü fabrika yöneticileri aracılığıyla tamamen kapitalistlere geçmiştir. Artık işçiler makinelerin durmaksızın çalışan birer parçaları olmuşlardır. İşler küçük parçalara bölünüp vasıf gerektirmemeye başladığı için artık her işçi kolaylıkla değiştirilebilir hale gelmiştir. Çalışma hızına ayak uyduramayan işçileri işten çıkarmak tamamen mümkündür. Böylece, Taylor’ın öldüğü zaman neden “işçi sınıfının bir numaralı düşmanı” olarak anıldığını kolaylıkla anlayabiliyoruz⁴.

Bir diğer vurgulanması gereken nokta şudur ki, fordizmin iş yönetimi ve emek süreci biçimi olarak dayandığı ilkeler aslında Taylor’ın ilkeleridir. Bir farkla; Ford, yürüyen montaj hattını üretime kazandırmıştır. Artık işçiler sabit bir noktada işlerini yaparken montaj parçaları hareketli bir hat üzerinde önlerine sırasıyla gelir. Montaj hattının hızı da yönetim tarafından ayarlanabildiği için işçilerin en ufak insani bir şekilde duraksamalarına dahi müsaade etmeyecek şekilde hattı hızlandırmak mümkündür. Bunun anlamı, işçinin çalışma hızının kontrol altına alınması, yani emek yoğunluğunu artırmanın mümkün hale gelmesidir⁵. İşte 20. yüzyılın başlarında tekelci sermayenin üretim ve kar maksimizasyonuna ulaşarak tüm dünyaya egemen hale gelmesinin yolu böyle açılmıştır; sermaye, emeği ve emek sürecini tamamen kontrol altına almıştır.

Taylorizme ve ona montaj hattının da eklenmesiyle oluşan yeni biçimin özelliklerine dair verdiğimiz bilgilerin sonunda romandan örneklere dönersek dönemin çalışma koşullarının ve emek sürecinin işçileri somut olarak nasıl etkilediğini daha iyi anlayabiliriz. Abner çok uzun yıllar çalıştığı fabrikada ustabaşıyla yaşadığı bir anlaşmazlığın sonucunda işinden olur. Ardından tekrar yeni bir işe başladığında ise işin hızına yetişmeye çalışırken çok zorlanır, fakat çaresiz durumda olduğu için çalışmaya devam eder. Sinclair, Abner’in yaşadığı deneyim üzerinden fabrikalardaki süreci şu şekilde anlatır:

“Üretimde tamamıyla hızlandırma ve genişletme yöntemleri uygulanmaktaydı. Her bir işçiden, verebileceğinin azamisini son damlasına kadar sıkıp alıyorlardı. Herkes vücudundaki tüm enerjiyi işe harcamakla yükümlüydü. Ama Henry Ford bunun tam tersini söylerdi elbette. “Fabrikaların bilimsel yöntemle işletilmesinin hedefi, bir işçinin sürmenaj olmadan ve sürmenaj sınırının altında kalmak şartıyla verebileceği iş potansiyeli konusunda kesin veriler elde etmektir,” diye yazıyordu masum masum. İnançla yazıyordu. Yumurtladığı bu yazıları okuyan işçilerin de “Yalan!” diye bağırası geliyordu” (Sinclair, 2021: 131).

Sinclair’in burada gösterdiği gibi fabrikaların bilimsel yöntemle işletilmesi işçilerin suları çıkana kadar çalışması anlamına geliyordu. Sinclair devamında ekler: “Ama bu yalnızca Ford’da değil, her yerde böyleydi; bütün modern barbar endüstride. Daha hızlı, daima daha hızlı! Ta ki bu insanlar sıkıntıdan “İmdat!” diye bağırsınlar içlerinden.” (Sinclair, 2021: 131).

Ford’un dev fabrikalarının montaj atölyelerinde işçiler daha hızlı çalışmalarının yanında bir de iyice basitleştirilmiş, sabit ve tekrarlayan işler yapıyorlardı. Öyle ki kendi emek faaliyetleri boyunca herhangi bir yaratıcı eylemde bulunmalarına imkân yoktu. Makinenin ucuna bağlı birer manivela kolu gibi durmaksızın çalışmaları yeterliydi. Sinclair bunu şöyle ifade ediyor: “Bu atölyelerde iki yüz bin köle, makine parçaları haline gelmişti: Tut, it, çevir, gevşet, tut, it, çevir, gevşet, tutitçevirgevşet, tutitçevirgevşet – bir an durup düşünse insan keçileri kaçırırdı” (Sinclair, 2021: 132).

Sinclair, Abner Shutt ve Henry Ford’un yaşadıkları üzerinden işçi sınıfının durumunu ve tekelci sermayenin nasıl serpildiğini anlatırken sermayeler arasındaki rekabete de değinir. Kapitalistler arasındaki rekabet baskısı işçiler üzerinde daima “daha hızlı, daha efektif, daha etkili” çalışmaları yönünde baskıya dönüşmüştür. Sinclair rekabet baskısını ve hızlanma sorununu şu şekilde anlatır:

“Tüm Birleşik Devletler’e serpilmiş yüz kadar ayrı fabrika, Ford’u yenmeye uğraşmaktaydı. Sonunda, işçiye ödenen her dolar karşılığında azami randımanı almayı şu ya da bu yöntemle başaranlar, mücadeleyi kazanmış olacaktı. İşte bu kural, demir cevherini yeryüzüne çıkaran ya da tropikal ormandaki ağaçlardan kauçuk elde eden ilk işçinin çalışmaya başladığı ilk andan itibaren geçerliydi” (Sinclair, 2021: 58-59).

Yürüyen montaj hattının da üretim sürecine katılmasıyla artık yalnızca tek bir işçiyi değil tüm fabrikayı tek dokunuşla daha hızlı çalışmaya zorlamak mümkün hale gelmişti. Zaman-hareket etütleriyle belirlenen en ideal süreyi daha da kısaltmak için ellerinden gelenleri yapıyorlardı. Sinclair, biraz da nükteli bir dille:

“İşi çabuklaştırmak için bundan daha basit bir yöntem bulunmuş değildi o zamana kadar. Manivelanın kolu azıcık çevrildi mi, işçiler de hızlanırlardı. Görünmez bir vergiydi bu, tüketicinin farkına varmaksızın ödediği gümrük resmi gibi, işçi ne kronometre tutabilir ne de bir saat içinde önüne gelen arabaları sayabilirdi. Zincirin hızını ayarlayan adam durumu bildirse bile, işçi yine bir şey yapamazdı buna karşı. Eğer bu hıza dayanmaya gücü yetmiyorsa, ondan daha güçlü bir düzine insan, yerini kapmak için dışarıda bekliyordu. Çenenizi kısın ve ne söyleniyorsa onu yapın, işte o kadar!” (Sinclair, 2021: 59).

Görülüyor ki Taylorizm, sermayenin emeğe saldırısında özel bir yere sahip olmuştur. Emek süreci artık tamamen sermayenin ihtiyaçlarına yani kar maksimizasyonuna uygun olarak düzenlenmiştir. Bunun da sonucunda işler basitleşmiş, rutinleşmiş ve mekanik hale gelmiştir. İşlerin basitleşmesiyle de vasıflı emeğe olan ihtiyaç azalmış; böylece, ücretler daha da aşağı inmiştir. Taylor’un ilkelerine Ford’un en büyük katkısı olan yürüyen montaj hattıyla da artık tamamen hıza odaklanılmış ve emek yoğunluğunu en yüksek dereceye ulaştırma çabalarına girişilmiştir. Böylece, işçi sınıfı üzerindeki sömürü oranları artırılmış, işçiler yabancılaşmayı en yüksek seviyede hissetmişlerdir. Bunların yaşandığı erken yirminci yüzyılda Upton Sinclair sermayenin emek sürecine bu saldırısını kitapta Abner Shutt’ın yaşadıkları üzerinden okuyucuya yansıtıyor. Abner’in bazen işini kaybedip bazen de atölyenin çalışma hızına dayanamayacak duruma geldiğini, Henry Ford’un ise bir manivela kolunu çevirerek işçileri daha hızlı çalışmaya zorladığını ve yeni yatırımlarıyla da sanayi kralına dönüştüğünü görüyoruz.

 

Fordizm, Gramsci ve Hegemonya

Romanı okurken pek çok yerde Abner’in sisteme ne kadar sıkı bir şekilde sadık olduğunu, Ford Motor Şirketi’nde çalışmakla övündüğünü ve “Amerikan Rüyası”na gönülden inandığını görüyoruz:

“Yurduna ve kuruluşlarına karşı inancı tamdı babası gibi. Fakirlikte, aksiliklerde, bütün durumlarda, ömrünün sonuna kadar korudu bu inancı. Okuduğu gazeteler şöyle diyordu: ‘Ekonomik kriz her ülkede olur, bu bir tabii kanundur ve bu kanuna karşı elden bir şey gelmez. Ama şimdi refah geri gelecek. Amerika dünyanın en büyük, en zengin ülkesidir, eğer sıkı çalışır, kanaatkâr bir yaşantı sürdürür ve Tanrı’ya hizmet ederseniz mutlaka başarıya ulaşırsınız’” (Sinclair, 2021: 28).

Bir başka yerde ise Sinclair, Ford’un fabrikalarının kimi işçiler tarafından mükemmelleştirilmiş bir kürek cezası olarak görüldüğünü ima eder. Uzun çalışma saatleri, tekdüze, standart bir iş ve sürekli daha hızlı olma baskısı altında Ford fabrikalarının böyle görülmesi şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan Abner’in düşündükleridir:

“Böyle yaşamak kimilerinin hoşuna gitmezdi, ne var ki Abner bu gibi kimseleri tanımaz, onların fikirlerini bilmezdi. Ford fabrikalarını, mükemmelleştirilmiş dev bir kürek cezası yeri saymazdı. Kendisi için orası, göreviyle, geleceğin umutlarıyla bağlı olduğu bir yerdi. Orada kendisine emredilen işi yapar, karşılığında hayatını kazanırdı” (Sinclair, 2021: 50).

Görüldüğü üzere, Abner kendisine sunulan düzeni tamamen kabul etmişti. Daima yüreğinin derinliklerinde taşıdığı “Amerikan Rüyası” bir gün elbet gerçek olabilir, Abner de bir şekilde zenginliğe ulaşabilirdi.

Abner’in içinde yaşadığı düzeni koşullar ne kadar kötüleşse bile doğal karşılayıp kabul ediyor olması Gramsci’nin hegemonya üzerine söylediklerini hatırlatıyor. Gramsci için hegemonya, egemen sınıfın değer ve normlarının yönetilen sınıf üzerindeki ideolojik hakimiyetidir; yani toplumda belirli bir yaşam tarzının, değerlerin, geleneklerin, normların ve daha birçok şeyin baskın olması anlamına gelir⁶. Gramsci’nin devamında gösterdiği şey, hegemonyanın kurulmasında rıza ve zorun bir arada bulunduğudur; yani, burada egemen sınıfların zor aygıtları bir tehdit olarak sürekli arka planda dururken kazanılan rıza söz konusudur⁷. Rıza üretmek için burjuvazi tarafından kullanılan hegemonik araçlara fabrikalar, medya, eğitim, aile ve dini kurumlar örnek verilebilirken; zor aygıtlarına da devletin silahlı güçleri, polisi, askeri ve mahkemeleri örnek olarak gösterilebilir.

İlk olarak, egemen sınıfların nasıl rıza ürettiğine örnek olarak Ford’un bazı uygulamalarını inceleyelim. Henry Ford fabrikalarında uyguladığı Taylorist ilkelerin işçiler üzerinde oluşturduğu baskının farkındaydı. Yürüyen montaj hattı hızlandıkça işçilerden çeşitli tepkiler geliyor, üretimde kesintiler yaşanıyor, işten kaçma, işi tamamen bırakma ve sendikalaşma gibi durumlar yaşanıyordu⁸. Bu duruma çözüm olması için ücretleri artırmaya karar verdi. Meşhur “5 dolar” kampanyası aslında yaşanılan bu sorunlara çözüm olarak ortaya çıkmıştı. Lakin ücretlerin artması bir şarta bağlanıyordu; o da Sosyal Servis adını verdikleri uygulamanın belirlediği şartlara uymaktı. Sosyal Servis’in amacı Ford işçilerinin daha “erdemli” bir hayat yaşamalarını, her türlü sefahatten uzak, disiplinli, işe bağlı bireyler haline gelmelerini sağlamaktı. Sosyal Servis’in belirlediği kriterlere uygun yaşayan işçiler de parayla ödüllendirilecekti. Sinclair, Sosyal Servis’in takip edeceği görevleri şöyle anlatıyor:

“Personel, üç grup halinde sınıflandırılıyordu. Evli olanlar ‘aileleriyle birlikte yaşayacaklar ve onun geçimini sağlayacaklardı’; yirmi iki yaşından büyük bekarlar ‘temiz bir yaşantı sürmek’ ve ‘tutumlu davranmak’ zorundaydılar; daha ufak yaştaki gençlerle bütün kadın işçilerinse ‘yakın bir akrabanın tek desteği’ olmaları gerekiyordu” (Sinclair, 2021: 62).

Uygulanan üretim metodunun gerektirdiği insan tipini yaratmak için işçilerin aile hayatına kadar müdahale etmekten çekinmediklerini görüyoruz. Onların ne kadar düzenli ve disiplinli bir aile hayatı olursa iş hayatında da o kadar sadık olacakları kabulünden hareketle Sosyal Servis kurulmuş ve tüm işçiler bu doğrultuda biçimlendirilmeye çalışılmıştır. Gramsci, Fordizmi değerlendirirken şunu vurgular: Sosyal Servis yoluyla işçilerin aile hayatını dahi şekillendirme çabaları, yeni üretim metoduyla yorgun düşmüş işçinin çalışma hayatının dışında kalan zamanda fiziksel ve ruhsal olarak kendini dengelemesinin gerekmesinden kaynaklıdır⁹. Böylece, egemen sınıfların nasıl hegemonyalarını kurduğunu da açıkça görebiliyoruz, Ford yalnızca fabrikadaki üretim sürecine hâkim olmuyor, aynı zamanda çeşitli yollarla işçilerin aile hayatını da biçimlendirerek işçi sınıfının içinde oluşacak potansiyel öfkeyi başlamadan bitiriyor. Bu yüzden, Gramsci Amerika üzerine yazdığı yazılarında “Burada hegemonya fabrikada doğar ve hükmünü icra etmek için çok cüzi miktarda profesyonel siyasal ve ideolojik aracılara gereksinme duyar” şeklinde değerlendirme yapmıştır¹⁰.

Bunun yanında, romanda egemen sınıfın hegemonya kurmak için başvurduğu başka araçlara da rastlıyoruz. Medya bu araçlar arasında en etkili yöntem olarak öne çıkıyor. Henry Ford sahibi olduğu gazete üzerinden sermaye sınıfının ihtiyaçlarına göre propaganda yapıyor, Abner Shutt gibi Ford işçileri de patronlarının gazetesini düzenli takip ederek istemeden de olsa sermayenin ihtiyaçlarına göre dünya görüşlerini şekillendiriyorlar. Örnek olarak, Henry Ford’un Yahudilere karşı başlattığı propaganda kampanyasını ve onun sonuçlarını inceleyebiliriz.

Ekim Devrimi ve Bolşevikler Avrupa’yı kasıp kavururlarken Amerika’ya da azımsanmayacak bir korku salıyorlardı. Ford gibi işçilerini acımasızca çalıştıran patronlar benzer bir devrimin Amerika’da da olması ihtimalinden çok korkuyorlardı. Bu yüzden Henry Ford ve sahip olduğu gazete gerçekleri çarpıtarak devrimin arkasında Yahudilerin olduğunu iddia etmeye başlamışlardı. Yahudilerin tüm dünyaya egemen olma çabalarının sonucu olarak her yerde isyanlar, ayaklanmalar, huzursuzluklar çıkardıklarını iddia ediyorlardı. Ford bu iddiaların en ateşli savunucusu olarak ön plana çıkıyordu, sahip olduğu gazete ve yayınlattığı kitaplar üzerinden Amerikan işçi sınıfı üzerine yoğun propagandaya başlamıştı. Başlatılan propaganda ve onun işçi sınıfının bilinci üzerindeki etkisini Sinclair şu şekilde anlatıyor:

“Abner’ın Yahudilerle pek işi olmamıştı. Fakat şimdi, ev için alışveriş ettiği esnafın fizyonomisini inceliyor, onların yüz çizgilerinde Yahudiliği belli eden bir şeyler olup olmadığını araştırıyordu. Dearborn Independent’tan bir adın Yahudi olup olmayacağını nasıl anlayacağını öğreniyor ve bir dükkânın tabelasında Yahudi adı gördü mü o dükkâna girmekten titizlikle kaçınıyordu” (Sinclair, 2021: 113).

Sinclair, egemen sınıfın nasıl hegemonya kurduğunu ilerleyen bölümlerde kısaca şöyle anlatır:

“‘Ford İmparatorluğu’ denince, sözgelişi değildi, bir olguydu, bir sosyolojik sentezdi. Henry hiçbir feodal senyörün erişemediği bir güce sahipti, çünkü bu güç yalnızca para değildi, basının ve radyonun gücü de onun hizmetindeydi. Kendisine tabi olanlar her yerde ve her şeyde onu buluyorlardı karşılarında. Yalnızca yedikleri ekmek değil, düşünceleri ve idealleri de onun elindeydi” (Sinclair, 2021: 142).

Sinclair “düşünceleri ve idealleri de onun elindeydi” diyerek meseleyi tamamen netleştiriyor. Henry Ford’un üretim araçları üzerindeki kontrolü diğer pek çok alanda da kontrol sahibi olmasını sağlıyordu: siyaset, basın, radyo, eğitim ve daha niceleri. Bu araçlar üzerindeki kontrolü sayesinde de işçi sınıfının düşünce ve ideallerini şekillendiriyorlardı. Böylece Ford’un düzeninden hiçbir çıkarı olmayan insanlar bu düzene rıza gösteriyorlar, onu sorgulamadan kabul eder hale geliyorlardı.

İkinci olarak şunu belirtmeliyiz ki, egemen sınıflar çeşitli araçlarla rıza üretirlerken geri planda daima zor aygıtlarını da bulundururlar. İşçi sınıfı, içerisinde yaşadığı düzeni kabul etmemeye başladığında ise geri planda tutulan zor aygıtları gözle görülür hale gelmeye başlar. Buna dair romandan örneklere bakarsak Henry Ford’un rıza üretmek için kullandığını belirttiğimiz “Sosyal Servis” adlı biriminin yanında bir de “Özel Hizmetler” adı verilen birimi mevcuttur. Binlerce kişiden oluşan bu birim hakkında Sinclair şöyle yazar:

“Bu adamlar fabrikanın parmaklıkları önünde nöbet tutarlar, her bir atölyede işi gözetirler, yönetmeliğin binbir maddesinin çiğnenmesini rapor ederler, ispiyonculuk için işçilerin arasına sokulurlar, homurdananları saptarlar, dik kafaları sendika örgütçülerini ve ‘kızıl’ ajitatörleri meydana çıkarırlardı. Bu işi yalnızca fabrikalarda değil, dışarıda da yaparlardı” (Sinclair, 2021: 160).

Özel Hizmetleri daha yakından tanımak için hikâyenin devamına bakalım. İşsiz kalmış olan Abner sokak sokak gezerek iş aradığı bir dönemde bir insan kalabalığıyla karşılaşır. İçlerine girdiğinde toplanan kalabalığın Ford işçileri olduğunu ve Ford’un Red Plant adı verilen fabrikasının önüne yürüyerek bazı taleplerde bulunacaklarını öğrenir. İşçilerin talepleri arasında işten çıkarılanlara iş ya da yeniden çalışmaya başlayıncaya kadar yarı ücret ödenmesi, hızlı çalışma temposunun yavaşlatılması ve ispiyonculuk sisteminin kaldırılması gibi talepler vardır. Haklı taleplerine rağmen fabrikanın önüne gittiklerinde onları karşılayan polis ve Ford’un “Özel Hizmetler” adlı birimi olur. Yaşananları Sinclair şöyle ifade ediyor:

“Polis önce göz yaşartıcı bomba ve kusturucu bomba attı. (…) Birinci geçitte, ‘Özel Hizmet’ine mensup, gaz bombaları ve makineli tüfeklerle donatılmış adamlar duruyordu. (…) Abner baktı ki geçidin üzerinde mevzilenen adamlar el bombaları fırlatıyorlar. Bombalar etrafında patladı. Abner geriledi. Yanında bulunanlardan biri ansızın elini midesine götürdü, iki büklüm oldu, yere yığıldı. Karnına bir kurşun yemişti” (Sinclair, 2021: 166-167).

Abner’in yaşadığı olay egemen sınıfların zor aygıtlarının nasıl işlediğine net bir şekilde örnek oluşturuyor. Henry Ford hem kendi “Özel Hizmetler”ini hem de devletin polis gücünü kullanarak kendisinin karşısına dikilmiş olan işçilere saldırıyor. Yaşanan olayın sonunda Sinclair, Abner’in olaya dair düşüncelerini şöyle anlatır:

“Öldürülenlerden birini görmüştü. İlk kez göz göre göre, kasıtlı olarak vurulan bir insan görüyordu ömründe. Altüst olmuştu. Olanları düşündükçe kendi kendine şaşıyordu. Düzen ve itaat alışkanlığı üstünlük kazanıyordu. ‘Onlarla ne işim vardı sanki?’ diyordu içinden. Büyük dostu, iyi yürekli dostu Henry Ford’u düşünüyordu. Kim bilir ne kadar üzülecekti bu olaylara! Hele Abner’ın katıldığını bilse…” (Sinclair, 2021: 168).

Şunu görüyoruz ki, Henry Ford kendisinin düzenini sürekli kılmak için hem rıza hem de zor araçlarını birlikte kullanıyor. Öncelikle “Sosyal Hizmetler” aracılığıyla işçilerin aile ve sosyal hayatlarını şekillendirmeye çalışıyor. Böylece, düzeni kabul eden, disiplinli, işine bağlı işçiler yaratmayı hedefliyor. Bunu yeterince başaramadığı noktada, işçilerin fabrikalardaki yoğun sömürüye ve yaşadıkları yabancılaşmaya karşı tepkilerini dile getirdiklerini görüyoruz. Bu durumda ise mücadele eden işçilerin karşısına zor aygıtları olan “Özel Hizmetler” ve devletin polis gücü çıkıyor. Böylece, yukarıda Gramsci’yi anarak bahsettiğimiz hegemonyanın nasıl kurulduğu daha da netleşiyor: Arka planda daima hazır olarak bekletilen zor aygıtlarıyla birlikte işleyen rıza üretme araçları… İşte hegemonya!

Son olarak

Sinclair, Sanayi Kralı romanında Shutt ailesi üzerinden bize yirminci yüzyılın başlarında gelişen tekelci sermayenin emek sürecini nasıl kontrol altına aldığını, işçi sınıfının bu süreci nasıl deneyimlediğini ve Henry Ford gibi kapitalistlerin çeşitli araçlarla işçi sınıfının bilincini nasıl şekillendirdiğini anlatıyor. Bu yazıda da ilk olarak sermayenin emek süreci üzerindeki kontrolünün arkasındaki ilkeler bütünü olan Taylorizmin ne olduğunu tartıştık. Ardından Gramsci’ye bakarak hegemonya kavramını açıklayıp Ford’un kullandığı çeşitli ideolojik araçlara değindik. Romana bütüncül olarak bakınca görülen şu: İşçi sınıfı hem fabrikalarda yoğun sömürü altında çalışıyor hem de günlük hayatta sermaye sınıfının ideolojik saldırısının altında kalıyor. Ford gibi kapitalistler sömürü düzenlerini sürekli hale getirmek için hegemonyalarını kurma çabasındalar. Bu çabalara karşı tek çıkış yolunun örgütlü sınıf mücadelesi olduğunu romanın sonunda Sinclair bize hatırlatıyor.

 

 

 

 

Kaynaklar

Sinclair, U. (2021). Sanayi Kralı. Yordam Kitap

  1. Morgan, G. (2006). Images of Organization.
  2. a.g.e.
  3. Savran, S. (2007). Yalın üretim ve esneklik: Taylorizmin en yüksek aşaması. Devrimci Marksizm3, 131-173.
  4. Morgan, G. (2006). Images of Organization.
  5. Savran, S. (2007). Yalın üretim ve esneklik: Taylorizmin en yüksek aşaması. Devrimci Marksizm3, 131-173.
  6. Carnoy, M. (1984). Gramsci and the state.
  7. a.g.e.
  8. Savran, S. (2010). Keynesçilik, Fordizm,“Refah Devleti”: Bir Efsaneye Reddiye. Keynesianism, Fordism, and the ‘Welfare State’: Rejection of a Myth). Devrimci Marksizm, 10-11.
  9. Forgacs, D. (2022). Gramsci Kitabı. Dipnot
  10. a.g.e