12 Eylül Darbesi üzerinden 44 sene geçmesine rağmen bugün de etkileri süren bir kırılma anı olarak duruyor. Sol sosyalist güçlerin de bir yenilgisi olarak anlatılan o dönemin öncesini ve sonrasını anlamak “solun yenilgisini” de anlamayı kolaylaştıracaktır. Bu dönemi TES-İŞ Sendikası 1987-2006 dönemi Yatağan Şube Başkanı Erol Soğancı ile konuştuk. Erol Abi 70’lerin sonlarından bugüne başta sendikal alanda olmak üzere sosyalist mücadelenin canlı bir tanığı olarak darbeye giden dönemi ve sonrasında yaşadıklarını anlattı.
12 Eylül’ü konuşmadan önce 12 Eylül’e giden süreçte 68 – 80 arası dönemi konuşmayı faydalı görüyoruz. İnsan yaşadığı tarihsel kesitin düşünsel sınırlılığı içerisinde belli ölçülerde. Zaten bu yüzden tarihi incelemeyi devrimci bir görev olarak alıp, anlamaya çalışıyoruz. Böyle olunca, o günleri ve bugünleri sorguluyoruz, araştırıyoruz. Türkiye tarihinin en hareketli 12 yılı olarak bahsedebileceğimiz 1968-80 dönemi üzerine bir sürü araştırma yapıldı. Kitaplar yazıldı yetmedi ağıtlar yakıldı, şiirler yazıldı, hala hikayeleri anlatılıyor. Bu dönemi ülke tarihinde bu kadar önemli kılan esas şey, bizce kuşkusuz kitle hareketiydi. Bu kitle hareketi nasıl oluştu? Yarı köylü ülkesi olan, kültürel seviyeyi geçelim, okuma yazma bilme oranının bile yüzde 60-70 olduğu bir ülkenin işçi sınıfı yarım milyon insanı meydanlara yığabiliyordu. Bugün bile bu rakam yüksek bir sayı. Bu kadar hızlı bir toplumsal aydınlanma nasıl gerçekleşti?
Türkiye’de 68’i dünyadaki 68’den ayrı tutmamak lazım tabii. Müthiş bir sol rüzgar esiyordu Türkiye’de. Dünyada 68’in etkileri zayıflama evresindeyken Türkiye’de daha farklı bir gelişme izledi. İşçi sınıfı hareketi, Saraçhane mitingi, 15-16 Haziran büyük işçi kalkışması, 67’de DİSK’in kurulması, iş yerlerindeki Kavel türü işçi direnişleri vs. İşçi sınıfının, halkın, sol-sosyalist devrimci kesimlerle kesiştiği ve sosyalistlerin, devrimcilerin halkla doku uyuşmasının sağladığı bir dönem yaşandı aslında. Mantar biter gibi bütün ülkede sol çok gelişti, çok büyüdü. DİSK de bunda etkili oldu. Aslında 68’, Mahir Çayan ve arkadaşları; Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil ve arkadaşlarının, daha sonradan Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi, Doğu Perinçek grubundan ayrılıp TKP/ML-TİKKO’yu kuran İbrahim Kaypakkaya’nın etkileri ile gelişti diyebiliriz. Bunlar o dönemde bir avuç insan olarak yola çıkmalarına rağmen daha sonra müthiş bir sempati topladılar ve halk onları kucakladı.
Onlar işte bir şekilde Kızıldere’de katledildikten dar ağaçlarında asıldıktan işkencelerde öldürüldükten sonra, onlardan sonra gelen ikinci-üçüncü sıradakiler bu hareketi devraldılar önderlik yaptılar. 74 affıyla cezaevleri büyük oranda boşaldı. Yani hem THKO’dan hem THKP-C’den hem TİKKO’dan ceza alan insanlar 74 affıyla MSP-CHP koalisyonun döneminde Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararla bırakıldılar.
Bana göre bu kitle hareketinin en üst noktasına 78’de erişilmişti. Tabii, 77’de 1 Mayıs Katliamı oldu ve bu katliamın olma nedeni sol ve devrimci hareketlerin çok güçlenmesinin önünü kesmekti. Gelişen hareketin önünü kesmek için Mao’cuların TKP’lilerle çatışması gibi öne sürülse de öyle değildi. Birçok tarafsız gözlemci de bunun öyle olmadığını bunun MİT-CİA-Kontrgerilla operasyonu olduğunu söyledi. O dönemlerde mesela Çorum’da yaşanan Alevi-Sünni çatışması onun dışında Maraş Katliamı yaşandı.
80’e gelmeden önce her gün 3-5 banka soyulurdu her gün bir yerler bombalanırdı her gün birkaç kişi öldürülürdü. 80’e gelindiğinde Kemal Türkler öldürüldü. Aydınlar öldürülmeye başlanmıştı. Korku ortamının oluşması için kontrgerillanın sadece devrimcilere değil, aydınlara da saldırıları çoğalmıştı. MHP’nin örgütlediği ülkücü komandolar piyasaya çıkarılmıştı. Birçok yerde onlar kullanılıyordu. 12 Eylül’e giden ortam bu şekilde hazırlanıyordu.
O dönemde üniversiteler solun kalesi olarak ele alınıyordu. Kenan Evren 80 darbesinin gerekçelerini anlattığı bir konuşmasında “Üniversiteler ilim öğretilen yer olmaktan çıkmış, terörist yetiştiren kurumlar haline gelmiştir” diyor. Toplumsal muhalefetin çökertilmesi, kitle hareketinin bastırılması için üniversiteler özel bir anlam taşıyordu 12 Eylül rejimi için. YÖK’ün kurulması, 1402’liklerle solcu hocaların ihracı, sosyalizmi geçtim siyasete dair bir şeyin konuşulmasının yasaklanması bu üniversitelerin ve gençliğin yeniden inşasında büyük rol oynuyor. İşçi sınıfı hareketi ile birleşen, “işçi-gençlik el ele” diyen gençliğin büyük çoğunlukla Özal’lı neoliberalizmle birlikte lümpenleşen, apolitik, toplumsal çelişkilere dikkat etmeyen bir gençliğe evrildiğini görüyoruz. Şimdiden baktığınızda 12 Eylül rejiminin yaratmak istediği neoliberal gençlik inşasının o dönemde ne kadar başarılı olduğunu, ne kadar başarılı olmadığını söyleyebiliriz? Tüm baskı mekanizmalarının ve oluşturmak istediği apolitik rıza mekanizmasının nasıl etkileri oldu, hangi süreçler işlendi?
Yani ben üniversite kökenli değil, işçi ve sendika kökenli bir insanım ama bizim gibi insanların da üniversite öğrencileri ile bir bağımız oluyordu. Mesela Ege Üniversitesi, İnciraltı yurtlarında kaldım birkaç kez. Geceleri orada kalıyorduk, oradaki etkinliklere katılıyorduk. ODTÜ’de amcamın oğlu vardı. O da uzun süre Devrimci Yol’un önemli kadrolarından birisiydi, onu ziyarete gidiyordum ara sıra. O, 1980’de, 12 Eylül’den önce tutuklanmıştı. Mamak Cezaevi’nde onu ziyarete gittiğimde darbe öncesi ve sonrası cezaevi koşulları arasında çok büyük farklar vardı.
Kenan Evren ve darbeciler o anlamda doğru söylüyordu, yani. Üniversitelerin çok büyük kısmında devrimciler hakimdi. Gençlik büyük oranda sosyalistti.
Ayrıca öğretmenler arasında TÖB-DER çok etkiliydi. Öncesinde, 12 Mart döneminde kapatılan Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) de aynı şekilde çok etkili olmuştu. 69’da hatırlıyorum, ben ortaokul öğrencisiydim, 4 günlük bir grev yapmışlardı hem öğrenciler hem öğretmenler hem de genel halk arasında çok etkili olmuştu. 70.000 üyesi vardı o zaman TÖS’ün. Öğretmenlerin toplum üzerinde ağırlığı ve itibarı çok fazla. Yaklaşık 110.000 öğretmenin greve çıktığı o süreçten birkaç ay sonra 15-16 Haziran yaşanıyor zaten.
12 Eylül geldiği zaman, 1402’likler diye adlandırılan, öğretim üyelerinin ihracı oldu. Bunlar TÖB-DER gibi sendikalarda yöneticilik yapmış bürokratlar değildi genellikle. Okullarda hocalar arasında öncülük yapan öğretmenlerdi. TÜM-DER, TÜS-DER gibi derneklerin üyeleri de ihraç edildi 12 Eylül’de. Dernekler 12 Eylül öncesinde sol kurumlardı ve bizim gidip geldiğimiz, yakından tanıdığımız mekanlar ve insanlardı.
Öğretmenlerle öğrenciler arasında, daha da genelleştirirsek, emekçilerle devrimciler arasında bağ kurulmuştu, yani
Çok ciddi bağ kurulmuştu. Öğrencilerle işçiler arasındaki bağın önemli nedenlerinden biri sendikal örgütlenmenin çok yüksek olmasıydı. Mesela GIDA-İŞ neredeyse bütün fırınlarda örgütlüydü. 3 işçinin çalıştığı matbaa işçileri bile sendika üyesiydi. O zaman sendikanın örgütlenmesi için 10 işçiden daha fazla üyenin olması yönünde bir kanun yoktu şimdiki gibi. Bir işçi bile olsa orada sendikal örgütleme vardı. Sendikal özgürlük de 1960’dan sonra, 63’de oluşturulan Sendikalar ve Toplu Sözleşme Kanunuyla kazanılmış, çok ileri hatlar elde edilmişti. Mesela darbecilerin de “köylüye toprak, işçiye sendika” gibi afişleri de vardı. Bunu emekçi kesimlerden destek alma amacıyla yapmışlardı ama öngördüklerinin çok ötesinde bir atılıma sebep oldu.
Sendikalar, öğrenciler, kamu çalışanları, işçiler, öğretmenler toplum üzerinde çok büyük bir etkiye sahipti ve bundan sermaye grupları epey rahatsızdı. Halkla devrimciler arasında büyük oranda doku uyuşması gerçekleşmişti.
Biz bugünün gençleri, 2013’teki Gezi Protestoları’nı görme imkanımız olmuş olsa da, esas olarak gençliğimiz ülkenin girdiği 2015, daha sonrasındaki OHAL ve pandemi sürecine denk geldi. 70’leri göremeyen bizler açısından o zamanlara dair anlatılan kimi tatlı kimi hüzünlü pek çok anı genç devrimciler açısından bir ütopya olarak geliyor. O günleri yaşamış olmak ve bugünlere gelmek size nasıl hissettiriyor?
12 Mart yükselmekte olan sosyalist harekete büyük darbe indirmişti. 1974 genel affına kadar hareketsizlik ve eylemsizlik söz konusu. Aynı şekilde de 12 Eylül’den 89’a kadar öyle bir düşüş yaşandı. 89’da genel bir af çıktı zaten. Yani küçük bir kesim dışında neredeyse herkes 89 affıyla serbest bırakıldı. O süreç içerisinde 50 bine yakın sosyalist de yurtdışına çıkmış mülteci olmuştu.
Sovyetler Birliği’nin yıkılması, akademik dünyanın neoliberal ideolojiyle bütünleşmesi; yani artık sosyalizm bitti, sosyalizm yerine artık kimliklerle, kadınların ezilmesiyle, Alevi sorunuyla, LGBT bireylerin ezilmesiyle, Kürt sorunuyla ilgili mücadelenin geliştirilmesi lazım diye anlatılıyordu. Bu kimlik politikaları maalesef Türkiye’de büyük oranda kabul görüldü ve sınıf merkezli politikadan vazgeçildi. İşçi sınıfı artık üretimden gelen gücü ile değil kişisel tercihleri ile konu olabiliyordu. 74’den farklı olarak 90’lara geldiğimizde bir perspektif değişimden söz edebiliriz ve bu yenilginin ana nedenlerini burada aramak lazım bence.
DİSK içerisinde de farklı politik örgütlerin güç dengeleri vardı. Biraz bunlardan bahsedebilir misiniz? TKP’nin, daha sonra CHP’nin DİSK içerisinde büyük etkisi var.
Kemal Türkler aslında TKP’li değil, ama TKP’nin DİSK’i tamamen ele geçirmesinin önünü açıyor. Yani, o konuda bir şey yapmıyor. TKP, yurtdışından getirdikleri sendikal uzmanlar vasıtasıyla DİSK’i ele geçirmeye çalıştı ve başardı da.
TSİP ve TİP’in de etkili olduğu yerler vardı. Mesela TÖB-DER Genel Başkanı Gültekin Gazioğlu, TSİP’in önemli insanlarından biriydi.
DİSK 1976’da izlediği politikayla bütün hepsini tasfiye etti. Yani herkes TKP siyasetinde olacak algısı yarattı.
77’ Genel Kurulu’nda, 76’da TÜRK-İŞ’den ayrılan GENEL-İŞ’in başkanı Abdullah Baştürk etkili rol oynadı. Baştürk aynı zamanda CHP milletvekiliydi. 77’de DİSK Genel Başkanlığına seçilen CHP’li Abdullah Baştürk, yönetimi TKP’den devraldı.
DİSK’in önemli kısmını oluşturan Maden-İş, Sosyal-İş, Keramik-İş, Aster-iş, Gıda-İş sendikalarıydı. Baştürk, bunların yerine çok zayıf olan sendikalardan oluşan bir yönetim oluşturdu.
Sosyalistlerin DİSK’le bağlantıları hep sürdü tabi. Zamanında sendikanın kendi kadroları olmayınca, Aybar, Behice Boran, Sadun Aren gibi aydın kişiler DİSK içerisinde çalışma yürüttü. Abdullah Baştürk de Devrimci Yol ve Kurtuluş örgütleriyle beraber çalıştı. Çünkü kendi uzmanları, kadroları çok zayıftı. Devrimci Yol özellikle uzmanları sayesinde DİSK içerisinde geniş alana sahipti. Genel-İş sendikasının en büyük şubesi İstanbul 1 nolu şubesiydi, temizlik işçilerinin örgütlü olduğu yer. Buranın yönetimi Devrimci Yol’daydı mesela.
CHP’li Baştürk haricinde de CHP ile devrimci hareketlerin geçişkenliği söz konusuydu. Mesela, Kurtuluş Kendini Anlatıyor’da CHP’nin miting güvenliğini Kurtuluş’un sağladığını çok açıktan anlatıyorlar. Aynı şekilde Devrimci Yol’un da o tür şeyleri var. Devrimci keskinlik, fedakarlık var ama bir yandan da demokratik devrim, ulusal demokratik devrim deyince iş yumuşuyor, CHP’ye yakınlaşıyor. CHP de zaten “ne ezen ne ezilen, insanca bir düzen”, “emek en yüce değerdir” gibi sloganlar kullanıyor. Yakınlaşma oluşuyor zaten.
Devrimci Yol’un çoğunlukta olduğu bölgelerde Ecevit CHP’sinin aldığı oy oranlarına da yansıyor bu zaten.
Tabii, CHP birinci parti oluyor o seçimlerde.
O dönemde Oğuzhan Müftüoğlu’nun ve genel olarak Devrimci Yol yönetiminin darbe süreci ile ilgili yetersizlikleri de eleştiri konusu olmuştur hep.
Evet. Çok büyümüşlerdi ve bu denetimlerinden çıkmıştı. Kitleselleşmesine tekabül edecek perspektifleri yok. Kadronun yetersizliği de büyük ölçüde bununla ilgili. Darbeden bir hafta on gün sonrasında neredeyse bütün hepsinin yakalanması da hazır olmadıklarını gösteriyor. Bir sürü iş yapmışlar, bir sürü banka soygunları gerçekleştirmişler, bir sürü faşist öldürmüşler ve birçok kadrosu öldürülmüş; ama darbeye hazırlıksız yakalanıyorlar.
12 Eylül’e gelindiğinde çok siyaset var, bölünmeler, yeni oluşan grup ve grupçuklarla beraber 100’e yakın siyaset vardı. Ama ana gövdeyi 5-6 örgüt oluşturuyordu. Bir sürü insan bedel ödedi, okulu gitti, işi gitti, birçokları katledildi. On binlerce insanda hem fiziksel hem psikolojik hasarlar oluştu. Bunlar hiç olmamış gibi, hiçbir şey yaşanmamış gibi bunun önderliğini yapan, bunun öncülüğünü yapan kişiler sorgulama yapmadı. Darbeden önce nasıllarsa, sonrasında da aynı şekilde devam ettiler. O dönem yaşananlarla yüzleşmedi örgütler o örgütlerin liderlikleri. Bugüne devreden sorunlar da oradan kaynaklanıyor zaten. Bu sorgulamanın yapılmaması en büyük sıkıntı, bence.
O sıkıntılar halen tabii devam ediyor.
Devam ediyor, evet. Sosyalist dünya ve iktidar perspektifi yok. Yani lafta var ama hala programatik bir içeriğe sahip değil. 12 Eylül’den önce devrimciler daha kararlı ve inançlıydı. 12 Eylül sonrasında yenildik dendi ama bunun nedenleri sorgulanmadı. Binleri, on binleri harekete geçirebilen örgütler nasıl oldu 12 Eylül’den sonra bu hale geldi bunun teorik, pratik temellerini tartışmadan devam edilmesi anlaşılır bir şey değil
12 Eylül, 100 yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinin önemli kırılma anlarından biri, belki de en önemlisi. 12 Eylül sabahı uyandığınızda ne hissettiniz, işlerin buraya gelebileceğini düşündünüz mü?
24 Ocak kararlarının açıklandığı günü hatırlıyorum o gün bir arkadaşımın bu programı ancak darbe ile uygularlar dediğini hatırlıyorum bu söz beni o dönem de etkilemişti tabi ve haberleri özellikle ordudan yapılan açıklamaları daha dikkatle dinliyordum ve şeyi söylemek lazım bütün açıklamalarda hep intikam vurgusu vardı. Bunu yanınıza bırakmayacağız, hesabını soracağız türünden laflar o yüzden çok beklenmedik değildi tabi.
Cuma akşamları yapıyorlardı bu tür şeyleri. Hep böyle olur ya, cuma akşamı yaparlar bunları ve cumartesi pazarı geçiştirirler. Ben işe gidecekken polis çevirdi, sokağa çıkma yasağı var işe gidemezsiniz dedi. Öyle geçti cumartesi pazar. Fakat 12 Eylül’ün ilk zamanlarında mahallerde dolaşan gece bekçileri vardı o zamanlar iri yarı ama babacan da tipler. Öğrencilere, on yedi- on sekiz yaşında solcu çocuklara – biraz da korkuyla tabi- abi diyen adamlar ama bunlar çünkü sol o kadar kuvvetli çekinerek konuşuyorlar o genç insanlarla bile ya işte onlar kendilerini çok önemli saymaya başlamışlardı darbeden sonra. Bir tanesi güçlü kuvvetli iri yarı birisi gençler kendi aralarında gülerek birbirlerine bir şey anlatırken, bunlar medeni insanlar yani ortada müdahale edilecek politik hiçbir şey yok, içlerinden birini yakalayıp “yüksek sesle ne konuşuyorsunuz lan!” dedi bir tane geçirdi, o tokat tüm caddede çınladı. 12 Eylül ve 12 Eylül devletini ben orda çok güzel hissettim. Sonralarında gözaltına alındık biz zaten.
Tam bu noktada sormak gerekirse 12 Eylül dönemi cezaevleri, işkenceler, idamlarla hatırlanan da bir dönem. Sizin bu döneme dair tanıklıklarınız nelerdir?
Yazılanlar doğru, altı yüz elli bin insan ağır ya da hafif işkenceden geçti. O dönemde geçen birinin bana bir şey yapılmadı demesi doğru olmaz. Mutlaka şu ya da bu şekilde bir şey yapılmıştır ona. Kaba dayaktan geçmiştir, sorgudan geçmiştir… Mutlaka bir şeyden geçmiştir. Ben sekiz gün kaldım gözaltında. Sendikacı, solcu kimliğim vardı da örgütsel bir bağlantım yoktu. Ama yanımda örgütten aranan bir arkadaş olduğu için bizi de aldılar. O arkadaş ağır işkence gördü. Ben kaba dayak çok yedim. Sorgularda da bir sürü şey yapıldı ama benimkisi orda başkalarının yaşadıkları göz önüne alınınca gündeme getirmek saygısızlık olacak şeyler. İşkence çok yoğundu. Mesela Devrimci Yol’dan bir arkadaş geldi ben gözaltındayken, gündüzleri biz karakolda geceleri de emniyet müdürlüğünün işkence ve sorgu yapılan bölümündeydik. Ernesto diye bir üniversite öğrencisi. Ufak tefek bir arkadaş. Yürekliydi ama. Çanakkaleli, bütün olayların içerisinde, kavgalarda, üniversitede faşistlerin tasfiyesini bu tür insanlar sağladı. İşkencecilerin ve sorgucuların başında Isparta komando birliğinden bir tane yüzbaşı vardı. Adı Hacı bilmem neydi. O bütün polislerin de üzerindeydi. Hani darbecilerin ülkücülerden de komünistlerden de astık havaları vardı ya bu adam pervasızdı, yani normal değildi. Pervasızca ara sıra keyfi gelip dövdüğü anlar oldu bizi. Şimdi Ernesto geldiği zaman ben vardım bir kişi daha vardı kim olduğunu hatırlamıyorum. Ernesto Samsun sigarası almış babası da emniyet müdürünün yanında oturuyormuş, ben biraz sonra çıkacağım sen de gel dedi. Üçüncü ya da dördüncü günde olması gereken yerlere söyle de hiç olmazsa bir şeyler getirsinler dedim. Ernesto, tamam ben gereken yerlere haber vereceğim dedi. Sonra o Hacı geldi içeriye. Hacı aslında her şeyin sorumlusu ama hiçbir şeyi gizlemiyor. Normal koşullarda bizim gözlerimiz kapalıdır. Girerken, çıkarken, sorgu odasında falan. Ama işkencecilerin, polislerin, herkesin başında o. Hacı geldi, Ernesto sigara içiyordu. Bana da üç dört tane vermişti. Kibritin hani kenarı olur ya, kenarından üç dört çubuk aldım ben. Arka cebim delik olduğu için cepten aşağı indi. Şimdi benim üzerimi aradı, bulamadı benim kibriti. Ernesto’nun paketi yeni açılmış, Samsun sigarası. Hacı küfür ederek içeri girip “hem sigarayla kendinizi yakarsınız ondan sonra mahkemede işkence gördük dersiniz” dedi. Ernesto’ya bir tane geçirdi, duvara vurdu. Ernesto ufak tefek zaten. Bir tane daha geçirdi, öbür duvara vurdu. Sonra ondan kan geldi. Benim üzerimi aradı. Bulamayınca Ernesto’ya yaptığı gibi yapmadı. Adamın pervasızlığı var korkusu yok, bir de güvence almış herhalde oradan.
Ernesto’yla biz kırk yıl sonra Fazıl Say’ın Kaz Dağları konserinden dönerken karşılaştık. Çanakkaleli ya o orada beklemiş ben onu bulurum diye sosyal medyadan da takip ediyormuş. Belki de yüz bine yakın insan vardır beni gördü orada. “Erol, sen misin?” dedi. Kırk yıl sonra dedi ki, “ben oradan çıktım, (daha sonra o yine tutuklanmış) beni bilerek bırakmışlar sonra yakalamak için takip etmişler”. “Oradan çıktığımda takip edilmediğimi anladığım bir anda avukatınla görüştüm, gözaltında olduğunu haber verdim.” dedi. Kırk yıl sonra o kadar rahatlamıştı ki. O Hacı da doksanlı yıllarda İstanbul’da belediye otobüsünde öldürülmüş.
Yani o işkencenin başındaki polis?
Tabii, tabii.
12 Eylül’den bahsediyoruz, laf arasında OHAL’den de bahsettik. Türkiye tarihinde bu tür kimisi uzun kimisi kısa hatta kimisi sadece “belli illerle” sınırlı pek çok sıkıyönetim vb. baskı rejimi gördük. Ülkenin içerisinde bulunduğu durum da dahil olmak üzere, gelecekte de biz amacımıza ulaşamadığımız sürece bu tür baskı dalgalarını yaşamaya devam edeceğiz sanırım. Hem özel olarak 12 Eylül’e karşı mücadelede sol nasıl hatalar yaptığını, neyin eksik olduğunu, karşı koyup koyamayacağımızı hem de genel olarak bu baskı politikalarına karşı ne tür hatalar yapıldığını sormak istiyorum. Bizim gelecek için bunlardan öğrenebileceğimiz neler var?
Solun kendi içerisinde (en çok da Ankara’da yaşanan bir şey bu) çatışmalar ve bir sürü ölüm var. Kanlı bıçaklı hale gelmiş birçok örgüt. Böyle bir ruh hali var, bir düşmanlık var. Şu anda da öyle, ben biliyorum öyle olduklarını. Şu anda bile, ortada hiçbir şey yokken grupçu davranıyorlar. Bir sürü çatışmalardan çıkmış bu örgütler, kendi içlerinde bile ayrılma yaşamışlar. Bu ruh halindeki siyasi örgütlerden 12 Eylül’e karşı ortak bir duruş beklemek çok gerçekçi değil. Belki bir araya gelmişlerdir ama aralarında samimiyet yoktur, güven yoktur çünkü çatışmışsınız. Ortak bir karar, bir samimiyet olduğunu düşünmüyorum. Zaten perspektif yok, kendi örgütleri içerisinde disiplin oluşturamamışlar. İdeolojik perspektifle ilgili de bir sorun var. O nedenle bence böyle bir şans yok. Şimdi onları suçlamak doğru değil çünkü zaten kendi durumlarını ayarlayamamışlar öbürlerine güvenmiyorlar bir araya gelip de ortak bir tavır almaları çok da mümkün değil.
O sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz, eşit dünyaya ben çok inandım. Sendikacıyken de Sovyet bilim adamları konseyinin hazırladığı temel ekonomik kavramlar diye kalın bir kitap vermişlerdi bana. Her ne kadar Sovyet bilim adamları hazırlamış olsa da o kitap bende sınıfı, sınıf mücadelesini, sınıf bilincini değişmeyecek şeyler haline getirdi. Sınıflar arasındaki mücadele, işçi sınıfı, emek sermaye çatışması… Bunlar tabii biliniyordu, konuşuluyordu ama bir perspektif yoktu. Onu değiştirme niyeti yoktu, program yoktu, istek yoktu, o bölüme gelemiyorlardı. Onlar için bu bir rüyaydı, olması gereken bir rüya. Bunu uğrunda mücadele edilmesi gereken, ulaşmak için yol alınması gereken bir şey olarak görmüyorlardı. Esas sorun orada. 12 Eylül’de de yenilginin nedeni budur. Yani sen halkla kucaklaşmışsın, halkla bütünleşmişsin ama senin bir perspektifin yok ki.
Bir de o kadar kalabalık toplanıyor ama sonrasında “o kalabalıkla ne yapacağız?” sorunu yaşanıyor.
Evet onun derdindesin. Bir de Demokratik Devrim’in ne olduğu belli değil. Ben Devrimci Yolun kortejinde yürüdüm 78 1 Mayıs’ında. En az elli bin kişisi vardı. En büyük kitle ondaydı. Gençlik ondaydı. Halkın Kurtuluşu da on binden fazladır, Kurtuluş’un da üç beş bin vardır mutlaka. Ama bunları yönlendirecek bir perspektif yok. Perspektif çok önemli. Bunlardan daha fazlasını da yürütme kapasiten var ama bu insanlarla neyi hedeflediğin konusunda şüphelisin. Eksiklik orada bence. Sorun orada. Ben mesela devrim yapmanın çok kolay olduğuna inanan bir insanım. Ama bu devrimi devam ettirme, onu koruma konusunda kuşkularım var. Mesela ben çok zor sendikacı seçildim. Solcuların, sol grubun temsilcisi olarak seçildim. İşçilerde onlar için çalışıyor olduğum düşüncesini yedi sekiz senede oluşturdum. Bir sürü örneklerle tek tek iğneyle kuyu kazar gibi yaptık. Yaptıktan sonra bir muhalefetimiz yoktu, muhalefet bizim kendi içimizden çıkıyordu. Yani, otur deyince oturuyordu insanlar. Niye oturuyordu biliyor musun? Bizim çıkarımız için yapıyordur bunu diye düşündüklerinden. Yoksa askeri bir itaat gibi bir şey yok, gönüllü olarak yapıyorlardı.
Son olarak belki daha kişisel bir soru olacak ama bugün sizin kuşağınızdan birçok kişi farklı sebeplerle mücadeleyi bırakmışken sizi halen mücadelenin içinde tutan motivasyon nedir?
Daha önce söyledim ben devrimin çok kolay olacağına inanan bir insanım. Yıllarca sendikacı olarak çalıştım orada yaşadığım tecrübelerden dolayı da yaşadıklarımdan gördüklerimden bunu rahatça söyleyebiliyorum.