17. yüzyıldan itibaren dünyada büyük değişimler meydana geldi. Her konuda orta çağın hakim fikirlerine karşı çıkan burjuvazi, üç düşünsel hareketten sonra en radikal değişimlerin olacağı Fransız Devrimi ile kendini siyaset sahnesine de yazmıştı. Reform hareketleri ile kilisenin otoritesi zayıflamış Rönesans ile birey özgürleşmişti. Bunlar fikirsel olarak aydınlanma savaşının da temellerini atıyordu. Feodal Avrupa’ya egemen olan Aristo’cu şeylerin ereği anlayışı, doğada Tanrı’nın her bir maddeyi olması gerektiği gibi yarattığı ve maddelerin dış etki tarafından değiştirildiğinde bu ereklerine geri dönme isteği üzerinden tanımlanmıştır. Bu durumda doğal olan şey hareketsizlik, durağanlıktır. Bunun bir karşılığı olarak feodal düzende de Tanrı toplumun her sınıfını olması gerektiği yerde yaratmış, kralların ve yöneticilerin yerlerini meşrulaştırmıştır. Toplumun hangi katmanından olursanız olun yeriniz olmanız gerektiği yerdir ve bir ilahi güç tarafından belirlenmiştir. Aristo’ya göre devlet de insanın politik hayvan olmasından kaynaklanan doğal bir olguydu ve Rönesansa kadar Tanrı’nın yasaları, yeryüzünü yöneten yasalar olmuştu. Güçlenen burjuvazi, tıpkı yeni bilim gibi kendine feodal kısıtlamalar içerisinde yer bulamayacaktı. 17. yüzyılın büyük bilimsel devrimi feodal ideolojinin de sonunu işaret ediyordu. Orta Çağ evreninin sırrı, her şeyin değişmez bir yeri olmasında yatar. Aristo’ya göre dünya merkezli tek bir evren, ay-altı ve ay-üstü olarak ikiye ayrılmıştır. Değişimlerin olabileceği ay-altı evren mükemmellikten uzakken, ay-üstü evren sonsuza dek kalıcıdır, sabittir ve bu yüzden de mükemmelliğe sahiptir. Bu evrene ilk darbe Kopernik’ten gelmişti, evrenin merkezi, dünyadan alınıp güneşe verilmiş, dünya da diğer gezegenler gibi daireler şeklinde hareket eden bir gezegene dönüşmüştü. Ancak otuz altı yıl sonra dile gelme cesareti bulan Kopernik’in fikirleri, yeni bilimsel devrimin başlangıcı olmuştur. Bu, aynı zamanda katolik inancın tanrısı ile insanın da arasını açıyordu. Evrenin merkezinden alınmış insan, yaşadığı gezegeni de sıradanlaştırıyordu. Belki de diğer gezegenlerin de üzerinde farklı insan türleri vardı. Ve Tanrı tüm bu dünyaları, sadece birinin üzerinde yaşayanların hatrına mı yaratmıştı? Giardano Bruno tam da bunu iddia ettiği için Roma’nın ortasında engizisyon tarafından diri diri yakıldı. Bundan 9 yıl sonra 1609’da Kepler, “Kutsal Kitap’ın otoritesine yeter artık! ” diye çıkışıp teolojide kilisenin otoritesinin ancak felsefede aklın ağırlığının geçerli olduğunu söyleyecekti. (Kepler, Johannes. Astronomia Nova, 1609)
Doğa bilimlerinden yavaşça dışlanan kilisenin kullandığı yöntemin toplumu açıklamada da başarısız olduğu açığa çıkıyordu. Galileo’dan oldukça etkilenen Thomas Hobbes, dünyayı mekanik hareket yasaları ile açıklıyordu. İnsanlar için de bu kontrol edici mekanik yasalar onların tutkuları ve arzularıydı. Acıdan kaçan, bencil bir varlık olan insan birbirleri ile devlet üzerinde anlaşırlar. Bu anlaşma güvenlik için gerekli yapay bir anlaşmadır. Tanrı, melek ve ruhun tümünü reddeden; tek varlığın madde olduğunu söyleyen Hobbes, batı siyaset felsefesini başlatmış ve izleyeceği yolu belirlemişti. Hobbes gibi Diderot, Voltaire ve daha birçok batı siyasetine yön veren filozof, Galileo ve nihayet Newton ile tamamlanan devrimden oldukça etkilenmiştir. İkisinde de yapılan şey ortaçağın mistisizminden kurtulup önceliği maddeye vermekti. Bu son derece mekanik olan maddeci yaklaşım iki devrimde de gerçek doğayı ve toplumu anlamada ileride başarısız kalacak olsa da ideolojinin itici gücü olarak rol oynamıştı. Galileo ve Kepler’de evrene hükmeden hareket yasaları, Newton’da parametreler bilindiği taktirde sistemin geleceğini öngörebilen mekanik hareket yasaları, determinist bir evren anlayışı oluşturmuş, sistemi oluşturan parçaların değişmez ve bozulamaz olduğunu ileri sürmüştü. Aynı felsefede devleti ve toplumu oluşturan parçalar insanlardı ve insanın itici gücü olan bencil doğası bu hareketin başlangıç noktasıydı. Bu gerçekten de tarihsel anlamda tam bir ilerlemeye işaret ediyordu. Sanayi devrimleriyle birlikte üretimden kazanılan bolluk kültürel ve bilimsel olarak da ilerlemenin sermayesini oluşturuyordu. Ancak bu ilerleme 1848 Devrimlerine kadar devam edebilirdi. Tüm bu üretimin motoru olan işçi sınıfı ile burjuvazi bu tarihte karşı karşıya geldi. Tekrardan feodal bazı uyuşturuculara ihtiyaç duyuldu. Din ve muhafazakar aile kurumu düzenin devamı için tekrar çağrıldı. Doğa gerçekten akıl ve bilim ile algılanabilirdi ancak kapitalizm hayatta kalabilmek için bunları da kendi kısıtları içine almıştı. Marx, tarihi sınıf savaşımları ile açıklarken tam da bilimin, aklın ve felsefenin bağımsızlığını sonlandırıyordu. Bugün kısıtlamaların niteliği değişmiş tekrardan mevcut düzeni aklama çabasına dönüşmüştür. Kapitalizmin sonunu getirecek fikirlere verilen itirazların “Bilimsel olarak… ” ile başlaması, kapitalizmin bilimi “sorgulanabilir” bir Tanrıya dönüştürme çabasıdır. Onlar bu akıldışı sistemi bilim ile meşrulaştırmaya çalışırken diğer yandan bilim de gelişmeye devam ettikçe doğanın, Marx ve Engels tarafından diyalektik yorumuna ne kadar uygun olduğu kanıtlanmaya devam ediyor.