Geçtiğimiz haftasonu gerçekleştirilen Oscar ödül törenlerine damgasını toplumun alt sınıflarının hikayelerine odaklanan yapımlar damga vurdu. Güney Kore yapımı Parasite en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi özgün senaryo ve en iyi yabancı film ödüllerini alırken; en iyi erkek oyuncu beklenildiği üzere Joker filmindeki performansıyla Joaquin Phoenix’in oldu. En iyi belgesel dalındaki ödülü ise kapana General Motors fabrikasının yerine Çinli otomotiv camı üreticisi Fuyao’nun faaliyete geçmesiyle işçilerin hayatında yaşanan değişime odaklanan American Factory aldı.
Akademi tarafından ödüle layık görülen her üç yapımda toplumun alt sınıflarının içinde yaşadığımız neoliberal kapitalizm tarafından nasıl çelişkilerle boğuşmak zorunda bırakıldığına dair önemli izlenimler aktarıyor. Joker filminin kahramanı olan ve bir yanda sosyo-ekonomik problemlerle boğuşmak zorunda kalırken diğer taraftan psikolojik anormallikleri nedeniyle toplum tarafından dışlanan Arthur Fleck, Parasite’te banjiha adı verilen basık bir bodrum katında yaşamaya çalışan ve buradan çıkış yolları arayan Kim ailesi ve Fuyao işçileri… Hepsinin ortak noktası sistem tarafından yaşamlarının sosyal ve ekonomik bir kıskaca alınmış olmasıdır.
Kötü barınma koşulları, kısılan sosyal haklar, yoksulluk, geçici ve güvencesiz işlerde çalışma dünya genelinde nüfusların büyük çoğunluğunun kaderi haline gelirken ve son bir yıl içerisinde dünya genelinde pek çok ülkede neoliberal politikalara karşı isyanlar yükselirken bu seçimler doğal olarak dikkat çekici duruyor. Bugüne kadar Hollywood’un endüstrisiyel sinema dünyasının dışına açılma konusunda oldukça muhafazakar olan akademinin bu seçime girmesinin temelinde ne yatıyor olabilir?
Öncelikle belirtmek gerekir: Her üç yapımda içinde yaşadığımız koşulları aktarma konusunda zengin alt metinler taşısa da, aynı cömertliği bu sorunlara nasıl çözüm bulunması gerektiği konusunda gösterdiğini söylemek zor. Joker’de şehrin zenginlerinden nefret eden alt sınıfların isyanının yarattığı kaos ve yıkıcı şiddet yaklaşan bir tehlike olarak sunulurken, Parasite filminde toplumda asıl parazitin kim olduğu konusunda net bir fikir belirtmiyor. Kim ailesi çeşitli dalaverelerle kendi bodrum katlarından çıkarak Kim ailesinin zengin yaşantısına sızarken, film ilerleyen aşamalarında alt sınıftan bireyler arasındaki rekabet ve bireycilik etrafında düğümleniyor; izleyiciyi adeta bu curcunadan insanlığa faydalı bir şey çıkmaz mesajına yönlendirmeye çabalıyor. Parazit ve Joker’in sonlarıyla bu doğrultuda ortaklaştığını söylemek gerekir.
Yönetmeni Julia Reichert’in ödül töreninde yaptığı “Filmimiz Ohio ile Çin’de geçiyor. Ancak bu film insanların işçi üniformalarını giyip ailelerini geçindirmeye çalıştığı her yer için olabilirdi. İşçi sınıfının hayatı bugünlerde çok daha zor bir halde. Eğer dünyadaki tüm işçiler birlik olursa hayatlarının iyileşebileceğine inanıyoruz.” konuşmasıyla gündeme gelen American Factory ise bir yandan Çin tipi sömürünün nasıl gerçekleştiğine dair gündelik örnekleri aktarırken, hikayenin ekseninde yan yana iki farklı çalışma ve yaşam kültüründen gelen ABD’li ve Çin’li emekçiler arasındaki gerilime yer veriyor. Özellikle sendikalaşma konusuna bakış açıları her ülkenin emekçilerinin sınıf bilinçlerini anlama konusunda aydınlatıcı. Ancak sonuç olarak hikayenin Çinli Fuayo firması öncesinde aynı yerde faaliyet gösteren General Motors döneminde herşeyin daha iyi olduğu ve Çin tipi sömürüye karşı Amerikan Rüyası’na sahip çıkma fikrine bağlaması yapımcıların sınıfsal karakteriyle oldukça uyumlu. Bilindiği üzere American Factory belgeseli Barack ve Michel Obama’nın sahibi olduğu Higher Ground Productions şirketinin Netflix için çektiği ilk belgesel. Belki de belgeselde General Motors firmasının Obama döneminde aldığı devasa kurtarma paketlerine rağmen neden işçi kıyımı gerçekleştirdiğine, fabrikalarını kapattığına, işçilerin evleri ve arabalarıyla cisimleşen orta sınıf yaşam tarzını kaybetmelerine yol açan 2008 krizine dair tek kelime edilmemiş olmasının sebebi böylece daha iyi anlaşılıyor.
Her üç yapıma yönelik ilginin bu kadar yüksek olmasında kuşkusuz emekçilerin giderek kapitalizmden umutlarını yitirmiş olmalarının ve yeni alternatif arayışında olmalarının rolü büyük. Zamanın ruhu değişiyor ve bu etkisini sinema dünyasında da gösteriyor. Ancak görüldüğü üzere henüz sinemanın bu ışıltılı dünyasında yeni toplumsal ve siyasal alternatifin ne olması ve nasıl yaratılması gerektiğine dair somut bir yanıt veren bir çıkışın kendisine yer bulamadığını söyleyebiliriz. Var olan Ken Loach gibi örnekler de başlı başına bir endüstri haline gelen Oscar dünyasında gözden mümkün olduğunca uzak tutuluyor.
Türkiye’de Sinema Ne Alemde?
Bitirmeden önce birkaç kelam da Türkiye sinemasına etmek gerekir. Geçtiğimiz yıl sinema salonları ile yapım şirketleri arasında başgösteren kriz esasında sinemamıza dair bazı acı gerçekleri gözönüne sermişti. AKP ile birlikte bağımsız sinemaların vahşi piyasa rekabetinin ortasında birer birer kapanmaya zorlanması, bağımsız sinemacıların maddi açıdan bütün destek kanallarını ve topluma ulaşma araçlarını kaybetmeleri, iktidara yakın olanların piyasayı adeta kalitesizliğe boğduğu bir ortamdan doğal olarak sinema sanatına, topluma ilham kaynağı olabilecek yapımların ortaya çıkmasının önüne takoz koyuyor veya bu iddiayı biraz olsun taşıyanlarının da gündeme gelmeden sessizce tozlu raflara terk edilmesine yol açıyor.
Öte yandan onyıllar boyunca toplumun yaşadığı sosyal ve siyasal sorunlara odaklanan önemli bir birikime sahip sinemada bu refleks iktidarın dayattığı baskıyla beraber iyice karanlığa gömülmüş durumda. Bir zamanlar sinemanın en gözde isimleri, politik karakterleriyle örtüşmese bile (Cüneyt Arkın ve Maden filmi örneği) emekçi sınıfların dertlerine odaklanan yapımlarda yer alabilirken bugün toplumun gözü önünde olan sinemacılar bırakın böylesine radikal bir örneği yaratmayı; iktidarın çizdiği dar sınırın milim dışına çıkmıyorlar. Dönemin ruhu değiştikçe elbette sinema da onu yaratanlar da bu değişime ayak uyduruyor. Kimi iktidarın kendilerine uygun gördüğü kabın şeklini alıp avantasına bakarken, kimisi de başıma bir şey gelir korkusuyla dar bir çemberin ortasında top çeviriyor. Öyle olunca ortaya ne sinema sanatında yeni bir ufuk açabilecek ne de topluma ilham kaynağı olabilecek bir örnek ortaya çıkıyor. Son on yılda sinema salonlarının Recep İvedik ve Düğün Dernek gibi kaba “komedi”lerle, Fetih 1453 gibi propaganda filmleriyle bir çöplüğe dönüşünün sebebi de bu. Piyasalaşma ve siyasi müdahale sinema sanatını öldürüyor.
No comments